Öykü

|
Çok önceleri yazmıştım bu öyküyü. Az önce klasörlerimi düzenlerken görüp, hatırladım. Hatta bir dönem 'öykülerim' adında bir bloğumda kısa süreyle yayınlamıştım da. (Çünkü o bloğumun ömrü kısa olmuştu) Genel olarak yanlış sonuçlar doğurduğundan öykülerimi yayınlamamayı seçtim ama bunun daha önce de yayınlanmışlık geçmişi olduğundan bu kararımı gözardı edebilirim. ;-)

Öyküye Boyadım Düşlerimi

‘’Çok zamansız geldin,’’ diye söylenerek kilitledim kapıyı.
İçimdekine söylüyordum, o küçük lekeye. Söyleyecek başka sözüm yoktu ve bu son sözle yüreğimi de kilitledim. Yağmur iki gündür –neredeyse- aralıksız yağıyordu. Ben iki gündür –neredeyse- aralıksız uyuyordum. Saatin ‘tik tak’ları giderek büyümüş, penceremin demir korkuluklarına düşen damlalarla bir ezgi tutturmuştu. Ritim giderek artıyor, kalbimi daha hızlı çarpmaya davet ediyordu. Soluksuz kalmıştım.
Kapıyı kilitledim, kendimi dışarı saldım.

Önümde bir dolmuş durdu. Kadının biri indi. Karşıya geçmek üzere ışığın yeşile dönmesini beklerken, kendimi az önce kadının ısıttığı koltukta buldum. Belli bir amacım yoktu ne de olsa, her yere gidebilirdim. Son durakta indim. Kalabalıktı, herkesin yüzünde aynı ifade. Bildim, bu kış bakışıydı. Endişeliydi bu bakışlar, biraz ürkmüş, sabırsız, kontrollü, telaşlı, bıkkın, soğuk, düşünceli, yalnız... Ama ben en çok, daha dikkatlice bakıldığında ayrımsanan umut yüklü olanını severdim. Çünkü tüm bu anlamlara bürünmüş yüzlere, o bildik çizgileri kazıyan yağmurda aslında az sonra kavuşulacak sevgilinin kokusu vardı. Bir zaman sonrasında ulaşılacak yuvanın sıcaklığı, nicedir görüşülmemiş bir dostla ışıl ışıl yanan bir kafede yapılacak sohbetin özlemi, bir kitapçı dükkânının dışarı bakan kolunundan dalga dalga üfüren incecik bir türkünün daveti, uzayan yollarda savrula savrula varılan düşüncelerin duruluğu ve dahası... Hepsini tatmışlığım vardı.

Ağırlaşmış saçlarımdan damla damla süzülen yağmur, gözyaşı gibi doluşurdu dudak kıvrımlarıma. Yine şemsiye almadığıma lanet ederdim. Evden çıkmadan aynanın karşısında harcamış olduğum zamana acırdım söylenerek yürüdüğüm yol boyu. Rimelim de akmış mıydı acaba? Ona böyle görünmek istemediğimi düşünürdüm. Belki umumi bir WC’de kaşı gözü düzeltmeliydim. Yine ellerim buz gibiydi, dokununca ürperecekti. Ya da belki avuçlarının içine hapseder, karanfil kokulu nefesini üflerdi. Hem belki bir kağıtmendili, usul usul gezdirirdi yüzümde. Sahildeki o ucuz kahvede iki küçük çay içerdik, yol paramızdan başka harcayabileceğimizle. Benim parmağı kesik eldivenlerim olurdu yine. Islanmış işlemeli bez çantam, kururdu sıcak bir köşede. Küçük not defterini, balıksırtı desenli paltosunun iç cebinden çıkarır, uzun uzun yüzüme baktıktan sonra yazardı bir cümle. Hemen söylemezdi ne yazdığını. Çünkü zamanı geldiğinde iliştirilecekti küçük bir kır çiçeğine.

Ah, yağmur bana geçmiş kokuyor şimdi. Bir vitrinin önünde izlerken aksimi, uyanıyorum bu güne. O pembe dolgun yanaklarım yok artık, solmuşum. Gözlerimin içinde kara ışıklar yanıyor, eski gül ateşleri yerine. Damlalara uzun yol aldıran saçlarım, kirpi gibi şimdi, kısacık. Belki böyle dağınık bırakmasam, çıplaklığı parlayacak. Daha geçen yıla kadar önü kavuşmayan pardesüm, içine yeni bir ben sığdıracak sanki. Artık şemsiye taşıyorum ama neye yarar. Kim için saklayacak eskimiş güzelliğimi, kör damlalardan?

İstemiyordum ama oldu işte, yine aklıma düştü akşamüstü.
. . .

‘’Çirkinleştin,’’ demişti bana. Az önce annesiyle yaptığım tatsız sohbeti kastettiğini sanmıştım. Yine kadınlığımın eksik taraflarından dem vurmuştu çünkü. Alışmıştım gerçi beceriksiz olduğum mutfak işlerine, tertip düzen meselelerine laf etmesine de, ‘çocuk bile doğuramadığımı’ salınca birikmiş zehiriyle dilinden, bir şeyler kopmuştu bende.

‘’Kendini saldın iyice,’’ dediğinde anlayabilmiştim görünümümden bahsettiğini. Sevineyim mi, üzüleyim mi bilememiştim. Çünkü hiçbir zaman güzel olduğumdan dem vurmamıştı ki. O her bahar kitabımın arasına gizlediği kır çiçeğinin bile cümlesinde yoktu adım. Yeni mi ayrımsamıştım bunu? Bana yazdığını sandığım o yüklü cümleler aslında hayata mı dairdi? Ama eğer şimdi ‘çirkimleştim’se, güzeldim demek ki bir zamanlar, her ne kadar dile getirmediyse de.
Sonu gelmeden düşünüyordum, elimde kitabım, cevapsız. Geçmişime bu gün, geleceğime dün sızmıştı işte, durdurmak nafile. Umut ettiğim akşamüstü bu değildi.

Bu gün söyleyecektim ona içimdeki lekenin varlığını. Ama vazgeçmiştim, vazgeçirilmiştim. Buz gibi çarşafa dolanıp uyudum. İki gün boyunca uyudum.
. . .
Kalabalıktan sıyrılıp, kitapçıya varıyorum. Islak ayaklarım çamurlu izler bırakıyor cilalı zeminde. Biliyorum, az sonra biri gelip umarsızca yok edecek hepsini. Elindeki paçavrayla geçecek üstünden. ‘Yapmayın,’ diyemeyeceğim, ‘çamurlu da olsa bir iz kalsın benden geriye...’ diyemeyeceğim... Boşvermişim kitapları, mukavva kapaklı küçük bir not defteri almışım elime. Ona vereceğim. Yine koysun paltosunun iç cebine, ama eskisi gibi uçları kıvrılmasın. Cep telefonunun, kabarık cüzdanının yanında yıpranmasın. Yine yazsın kısacık, dopdolu bir cümle, belki bu kez bakarken eski bir resmime. Cümlelerine adım sızsın bu kez, anılarımızdan iki damla bal aksın...

Küçük bir kız oturuyor dolmuşta yanımda, annesinin kucağında. Sarı kıvrık saçları yol yol kulağına girmiş, kimisiyse pembe gerdanında. Gözleri yeşil. Tıpkı benimkiler gibi, tıpkı onunkiler gibi. ‘’Yeşil olacak gözleri,’’ diyorduk, o yağmurlarda, o ucuz kahvedeki buluşmalarda, gerçek düşlerimize el değdirmemişken daha. ‘’Saçlarını senden alsın,’’ dediğinde ilk, yüreğim uçup konmuştu dudaklarına. Verecek daha büyük bir hediyem yoktu nasıl olsa.

Buğulu cama iki işaret parmağını birden dayıyor küçük kız. Aynı anda ikisini de kıvırarak bir uçtan başlayıp, diğer uçta birleştiriyor; ‘’Anne bak, kalp yaptım!’’ Şaşırıyorum. Hiç iki elimi kullanarak çizmemiştim ben kalbi. İçi boş kalbi dolduruyorum hayalimde, baş harflerimiz S ve S.
Çizilen yüreğin sınırından bakıyorum geride bıraktıklarımıza.
. . .

İlk kez içimde bir tohum uç vermişti, dört yıl önce. Biliyorum, istemeyecekti. Yine hazır olmadığımızı söyleyecekti, tıpkı korunmasız kalmayı dilediğim gecelerdeki gibi. ‘’Ne yapacağız?’’ diye sormuştum kaygıyla. ‘’Ne demek ne yapacağız? Aldıracağız elbette.’’ Yani, ‘Asmayalım da, besleyelim mi?’ nin bir başka hali. Beslemedik, astık. Yeşil gözleri gömdük. Yeşil hayali öldürdük. Yeşeren toprağı kuruttuk.

Şimdi bir leke var içimde. Ona hâlâ söyleyemediğim bir leke. Kurumuş topraklarda zehirle oyulmuş bir leke. Dört yıl önceki gömünün tahrip ettiği iki küçük kabımda hızla büyüyen bir leke. Yeşil gözlere ad vermekken hayalim, geleceğimi hoyratça bu güne çekip üstüne toprak örtecek olan, tutkulu bir leke!

İstemiyorum tedaviyi. Saçlarım dökülecekmiş, öyle diyorlar. ‘Çirkinleştim’ zaten. Saçlarım her zamankinden daha az. Kalanlarıyla hatırlasın bari beni. İç cebinden çıkardığı defterine, lepiska saçlarımı anlatsın.

Eve çoktan vardım. Uyku çağırıyor yine. ‘’Yok bundan sonra zamanın,’’ diyor, ‘’yaşamak için düşlerini.’’ Kavgam dolanıyor uykuma, çarpışıyoruz teke tek. ‘’Yoksa eğer yaşamak için zamanım,’’ diyerek, en sevdiğim fincanıma koyup kahvemi, alıyorum elime kalemimi.
Ve öyküye boyuyorum düşlerimi…

7 yorum:

s. dedi ki...

ben keyifle okuyacağıma eminim öykülerini, yayınlasan hiç de fena olmayacak sanki ;)
eskiden öykü sevmezdim biliyormusun çabucak bitiveriyor diye...roman olsun da, içinde kayboluyum isterdim. meğer öykünün özelliği seni sorularla başbaşa bırakmasındaymış. ağzına çaldığı o bir parmak tadmış her şeye yetecek olan...

Aslı dedi ki...

Öylesine akıcı, öylesine yumuşak ve öylesine sıcak ki yazdıklarınız; muhteşemsiniz ya...Lafı dolandırmadan seni seviyorum demek kadar çarpıcı hissettirdikleriniz... Sizi yürekten kutluyorum ve paylaşımlarınızı sabırsızlıkla bekliyorum...

Derin Sularda dedi ki...

Sema'cım yüreğinin fısıltıları olarak düşündüğüm bu satırlar var ya aldı beni götürdü yağmurlu bir günde bir öykü boyu dolaştık, geriye dönüş, kalbimde sıcak ama buruk bir dokunuş olarak kaldı...

Çok ama çok güzel olmuş arkadaşım, kelimeler ancak bu kadar anlamlı bir araya gelebilir ve o duygu selini yüreklere akıtabilirdi...
Sevgiler

Geveze Kalem dedi ki...

Sevgili SS, doğrusu ben de romanlarda baş kahramana bürünüp, onların çetrefil yaşamları içinde kaybolmayı severim. Ama sabırsız yaradılışlı kişiliğim bir roman yazmaya uygun değil, düğüm hemen çözülsün, sır hemen açığa çıksın istediğimdendir belki öyküler yazmaya çalışmayı yeğliyorum. :-) Aslında çoğunlukla öykülerimde bile bir roman tadında uzun (ve kimi zaman bıktırıcı) betimlemelerle uğraşmayı seviyorum. Bu yüzden yazdıklarım içinde nadir kısa olanlardan biridir bu öyküm. Diğerlerini yayınlamayı belki başka yerlerde değerlendiririm umuduyla yayınlamaktan kaçınıyorum. Ama sana birkaçını mail atabilirim istersen. :-)

Sevgili Aslı, bu ilk ziyaretinizde bu kadar güzel sözlerle ağzım kulaklarımda dolaştırdınız beni. :-) Ama biri sizi kandırmış olmalı, bu güzel tanımlarınızın hedefi benim yazılarım olmaz.;-)
Yazdıklarımı 'yalın' buluşunuz en çok hoşuma giden oldu. Halbuki lâfı gereğinden fazla dolandırdığımı sanıyordum çoğu kez.
Tekrar teşekkür ederim,
Sevgiler.

Sevgili Dilek,bak gel sen şu projeyi bir daha düşünelim.;-)

s. dedi ki...

tabi ki isterim...merakla bekliycem :))

sessiz balik dedi ki...

semacım ,
ben çok etkilendim

ne uzun ne kısa
harika

Ebru Oğuş dedi ki...

bir de bana diyorsun 2. kitap işini ciddiye al diye, senin öykülerini merakla bekliyorum, hepsini bir derlemen gerekiyor bana kalırsa, eminim harika şeylerdir..