Hayat Beni Bilmesin...

|







Bazen hayat beni bilmesin istiyorum;
Kimse varlığımı hatırlamasın,
Kalabalıklar arasında yürüyeyim, görmesin...
Çığlık atayım, duymasın, sesim yankılanmasın, sonsuzluk yutsun!
Kımıldamadan oturayım evimde,
Oturduğum kanepe eğilmesin, bükülmesin,
Saat benim için tiktaklamasın,
Eğer ben yokken başka 'şey' oluyorsa bu eşyalar, olsun!
Mesela tabak benim için 'tabak' olmasın,
Köşedeki abajur neye istiyorsa ona dönüşsün,
Ya da kaybolacaksa gözlerimi diktiğim ayna,
Kaybolsun!
Dünya ben yokmuşum gibi dönsün, evren ben yokmuşum gibi dönüşsün.

Olmaz mı?

Olmaz! "Ben neyim ki?" deme hakkım bile yok!
Kütlesel bir yer kaplıyor varlığım yeryüzünde,
Evren beni biliyor, seni biliyor, onu biliyor,
Kum tanesini, hatta ayak tırnağındaki tek bir hücreyi bile biliyor.
Ölmüyor o hücre, dönüşüyor.
Sen ölmüyorsun,
Ben ölmüyorum,
Dönüşüyoruz.

Bir silkinişle, patlamayla, titremeyle, üflemeyle,
-Artık sen ne dersen de- fırlatıldı bu evrene her bir partikülümüz.
Birleşe birleşe 'biz' olduk. Mecbur kaldık birleşmeye.
"Yok ben bir partikül olmak istemiyorum," deme hakkımız var mıydı?

Ben OLMAK istemiyorum deme hakkımız var mıydı?
OLduk! Ne çare...

Hücre olduk, beyin olduk, zihin olduk,
Şimdi "Düşünmek istemiyorum!" deme hakkımız bile yok.
Meditasyon mu?
Bununla mı durduruluyormuş zihin, böyle mi dinleniyormuş insan?
Olanı söyleyeyim mi sana arkadaş,
Meditasyonla başarabildiğin en iyi şey, 'geldiğin o ilk anın dinginliğine dönmektir'.
Ama ben onu da istemiyorum,
Çünkü asıl oraya vardığında, tüm evrenlerin, tüm varoluşun bilgeliğiyle dopdolu olursun.
Bilinmez her sırrı 'bilen' olursun.

Ben 'HİÇ' bile, 'YOK' bile olmak istemiyorum,
Çünkü bunlar da bir sıfat en nihayetinde.

Ötelerin ötesinde dahi bulunmamış olmak istiyorum.
Yok mu hakkım!


'Yok'sa,
eh ne yapalım,
yaşarız biz de!

Mesela kalkar bir kahve yaparım şimdi kendime, şöyle en orta şekerlisinden, köpüklü, kıvamlı...
Sonra bir müzik açarım mutfakta, bir yandan bulaşıkları yerleştirir, bir yandan tatlı hayaller kurarım...
Ha, bu arada çamaşır makinasını da hazır etmiştim, düğmesine basayım da yıkansın bari.
Yatakları toplamıştım, etraftaki dağınıklıklara bir el atmak lâzım.
Bu arada 'şeker kadınımı' da arayayım da, telefonda lâklâk ederken işin nasıl bittiğini anlamam.
Aaa unutuyordum, dişçide randevum var! Of elimi çabuk tutmalıyım, şu işleri hâle yola koyar koymaz fırlayayım dışarı.
Akşam annemler gelecek, ne yemek yapsam?
Dişçiden çıkışta balıkçıya uğrayayım, en pratik en güzel akşam yemeği bu olur.
Kuzunun okuldan çıkış saatine denk gelirsem, onu da alır dönerim eve.
............

Nasılım HAYAT! Rolümü güzel yapıyor muyum? Uygun muyum senin oyununa?
Uygun muyum bilemem,
Ama biliyorum ki
Mecburum!

Güvercin Dolu Bir Yolda Yürümektir Yaşamak...

|


Güvercin dolu bir yolda yürümeye benziyor yaşamak;

Eğer ilerlemeyi göze almazsan, sen orada durdukça çoğalacak güvercinler. Her tarafa pislediklerini düşüneceksin, kanatlarla havalanan tozların soluduğun havayı kirlettiğini, uçuşan tüylerin üzerine yapıştığını, ortalığın berbat kuş pisliğiyle buram buram koktuğunu, seslerinin dayanılmaz bir gürültü hâlini almaya başladığını, varlığını görmezden gelircesine üzerine üşüştüklerini, gagaladıklarını ve daha kim bilir neler neler...

Ama ilerlemeyi göze alırsan;
Hele de yüzünde yumuşak bir gülümsemeyle, ağır adımlarla ilerlersen, güvercinler küçük hareketlerle çekilecek yolundan. Her kanat çırpışları meltem gibi esecek yüzüne. Etrafa bıraktıkları lekeler içinden, sevgi sembollerini yakalayacak gözlerin; belki bir kalp, ya da bir lotus çiçeği. Uçuşan tüyler seni sıyırıp geçecek; yumuşaklıklarını tenin değil, zihnin bilecek. Havanın buram buram YAŞAM koktuğunu düşünüp, dolduracaksın ciğerlerini. Çıkardıkları gurultular, yolunu şenlendiren dingin nâmelere dönüşecek. Ve sen ilerlerken, hiçbir güvercin üzerine konmaya cesaret edemeyecek.
Ne sen onları ezip geçeceksin, ne onlar seni görmezden gelebilecek. Sen yolunun güvercinlerle dolu olduğunu kabul ederek, onlara doğru saygıyla ilerleyeceksin, onlar da senin oradan geçmen gerektiğini kabul ederek, saygıyla yolu sana açacaklar.

İşte böyle güzeldir güvercin dolu bir yolda yürümek; tıpkı hiçbir zaman pürüzsüz olmayacak hayat yolunda yürümek gibi...

Sonsuzlukta...

|

“…Siz kimsiniz? Neden buradasınız?Amacınız ve kaderiniz ne? Yalnızca bir rastlantı sonucu yaratılıp, zamanın kısa bir anında yaşamak için doğup, sonra da yok olduğunuzu mu sanıyorsunuz? Neden daha önce yaşamamış olduğunuzu düşünüyorsunuz? Neden şimdi? Ve neden siz?

Bu dünyada binlerce hayat yaşadınız ve rüzgar gibi gelip geçtiniz. Her yüzü, her rengi, her inancı yaşadınız. Savaştınız ve sizinle de savaşıldı. Kral ve hizmetkâr oldunuz. Tayfa ve kaptan oldunuz. Fetheden ve fethedilen oldunuz. Tüm tarihi anlayışlarınızda var olan her şey oldunuz. Neden?

Hissetmek amacıyla, bilgelik amacıyla, tüm zamanların en büyük gizemini -kendinizi- tanımlamak amacıyla.

Nereden geldiğinizi sanıyorsunuz? Sadece tek bir hücreden evrimleşmiş, zavallı bir hücresel kütle olduğunuzu mu sanıyorsunuz? Öyleyse, gözlerinizin ardında öylesine derin ve kararlı bakan kim? Size benzersizliğinizi ve kişiliğinizi, karakterinizi ve hoşluğunuzu, sevme, kucaklama, umut etme, hayal kurma yeteneğini ve huşu verici yaratma gücünü veren öz nedir? Ve küçük bir çocuk olarak bile sergilediğiniz tüm zekâyı, tüm bilgiyi, tüm bilgeliği nerede kazanıp biriktirdiniz? Tüm bunları sonsuzlukta bir an kadar kısa olan tek bir yaşamda mı kazandığınızı sanıyorsunuz?

Siz bugünkü hâlinize zamanın enginliğinde birçok hayat yaşayarak ulaştınız. Ve bu yaşam deneyimlerinin her birinden, siz denen benzersizliği ve güzelliği oluşturmanıza yardımcı olan bilgeliği edindiniz. Zamanın sonsuzluğunda bir an için yaratılmış olamayacak kadar çok değerli ve güzelsiniz.

Ramtha

Değişim...

|
.
Olanca gücüyle abanıyor gri bulutlar toprağa... Arada sıkışıp kalmış yaşamlarımız. Hani sanki karınca yoluna biri tekme savurmuş, izimizi, yolumuzu, yönümüzü şaşırmış gibi dağılıyoruz etrafa. Bir dakika öncesinin garantisinde değiliz, bir saniye sonrasında ne olacağını bilmiyoruz. Sanki her 'kelle', tepesinde dumandan çizilmiş koca bir soru işaretiyle dolanıyor ortalıkta. Bakıyoruz birbirimize, sorularımız karışıp büyüyor sanki...

Toprağın en nemli, ağaçların en yüksek, sessizliğin en derin kenarında durup uzatıyorum burnumu havaya. Öyle keskin kokuyor ki, hissetmemek olanaksız. "Değişim" kokuyor her köşe. Hem de öyle böyle değil, akarsu hızında, şelale hızında, hatta ışık hızında!
Ama işte kıyıda oturup izleyince anlamıyor insan, o suya girmek gerek. O akışa bir kere dokunabilmek gerek... İçine dalınca da, kıyıda köşede tutunacak bir çöp aramadan, aynı hızla akıp gidebilmek gerek...

Hayat Kitabı

|

Karmakarışık duyguların, alâkasız konu başlıklarının hücum ettiği bir an, insan kaleme tutunmak isterse, yazıya nereden başlar acaba? Ya da yazı hasbelkader başladıysa (ki benim başlangıcım öyle görünüyor) cümleler nasıl birbirine bağlanır, dahası nasıl biter?

Biter mi? Yoksa aylardır taslak olarak kaydettiğim, sonu açık, belirsiz yazılarda olduğu gibi tamamlanacağı günün umuduyla mı bekler?

Derinde bir yerlerde, aynı ağacın meyveleri olduğunu bildiğim tüm bu duygu ve konuların, hangi ağaca ait olduğunu bilmenin huzuruna erişebilirsem son cümlede, bu yazı BİTER! Ama şimdilik okuyucudan bağımsız çırpınıyor orta alanda tüm sözcükler.

* * *

Hayatı izlemeyi öğrendikçe daha çok gülümsüyorum. Hatta birçoklarına tuhaf gelecek ölçüde olumsuz gelişen olaylara bile samimiyetle gülüyorum. Dalga geçer gibi değil, küçümser gibi değil, dikkate almıyormuş gibi hiç değil... Sadece yaşam denilen döngünün ne muhteşem, ne yanıltıcı ve ne kadar İNSANca olduğunu fark edebilmiş olmak gülümsetiyor beni. Tüm dünyayı dışarıdan izlemek gibi... Yaşam kendi yaşamım da olsa, izleyen ben değilmişim gibi... Ve belki de bir romanın satırlarında kaybolmuşken, kapı ziliyle sayfa köşesine bir kat izi bırakmak, yeniden satırlara gömülmeden önce bir kurgu alemine dalacağının bilincinde olmak gibi... Örnekleri uzatmayı severim; bir filmi ikinci defa, konunun tümünü bilerek daha heyecansız ama detaycı bir gözle izlemek gibi...

Ama bu bilinçte olmak yine de çoğu zaman beklentide olmanıza, öfkelenmenize, sıkılmanıza, ağlamanıza, korkmanıza, endişelenmenize, tuhaf heyecanlar ve mutluluklar hissetmenize, kısacası insanca duyguların içine gömülmenize engel olamıyor ne yazık ki. En azından şimdilik öyle.

Anne olduğumdan beri bu yaklaşımım, tamamen doğal bir içgüdüyle oğlumu anlamaya çalışırken çıkıyordu meydana. Oğlumun sesli sessiz tüm beden hareketlerini bu bilinçle yorumluyor ve çoğu kez tam olarak iç dünyasında gelişen şeyin ne olduğunu anlayabiliyordum. Asıl dünyayı anlamaya çalışmam için çok mühim bir eğitim alanı oldu bu benim için.

Hayatı anladığımı söylemek çok iddialı bir cümle olur. "Anlamaya başlamak" tanımını özenle kullandığımı belirtmek isterim.

İşte bu anlayış gelişirken sanki bir zincirin tüm halkalarını dikkatle inceler gibi oluyor insan. Önce yürüdüğünüz yolda parlak bir metal parçası görüyorsunuz kıyıda köşede. Bir adım sonrasını, o metal parçasını önemsemeksizin atıyorsunuz ki bir anda onun bir halka olduğunu görmeye başlıyorsunuz. Ve bir adım sonrasında yeni bir halka, bir tane daha ve bir tane daha... Oysa yürüdüğünüz o kalabalık, renkli, büyük, karman çorman yolda o kadar âtıl duruyor ki o halkalar, eğer isterseniz, sadece hayatı anlamayı seçerseniz tüm o halkaların, yürüdüğünüz yolda boydan boya uzayan bir zincirin halkaları olabildiğini anlayabilirsiniz.

İşte, yolumda her bir halkayı gördüğümde sevincim bundandır. "Yol devam ediyor," diyorum kendime, "yaşam denilen bulmaca da öyle..."
* * *
Hayat bildiğini okuyor! Çok sıradan bir cümle, öyle değil mi? Oysa bunun "farkında olmak" anlamına geldiği düşünüldüğünde, yıllarca avuç içinde tutulmuş bir madalyonun, öbür yüzüne bakmış gibi olur insan. Yıllarca o elinizdedir; ölçüsünü, rengini, dokusunu, kokusunu bilirsiniz. Ama tersine bakmaya başladığınızda tüm bildikleriniz bir çırpıda çıkar aklınızdan. Şimdi yalnız 'keşfe' odaklanmışsınızdır. İşte bu cümleyi karşıma alıp yeniden okuduğumda böyle oldum ben de. Hayat bildiğini okuyor. İzlenmiş bir filmi yeniden izlemek gibi... Okunmuş bir romanı yeniden okumak gibi... Yıllarca tekrarlanmış bir ânı yeniden yaşamak gibi... Nedenini, niçinini, sonucunu bilirsiniz. Evet, sonunda ne olacağını iyi bilirsiniz. Yanıltıcı bir güven duygusu sağlar insana. 'Yeni', her anlamda biraz cesaret işidir; yeni bir yol, yeni bir tarz, yeni bakış açısı, yeni başlangıçlar... Tüm sözcükler içinde bu kadar heyecan uyandıran ve bu kadar tedirginlikle yaklaşılan kaç tanesi vardır Allah aşkına?

İnsanoğlu bildiğini okuyor. Yıllarca, asırlarca deneyimlediği ne varsa tümünü sabırla ve yeni bir yaşam boyu okuyor. Her yaşamın suyu kendi kanalında akıyor. Su da bizim kanal da. Suya hız veren de biziz, suyun şiddetiyle kanalı aşındıran da. Oysa her yeni yaşama, bu döngüyü kırmak için geliyoruz. Suyun da kanalın da gerçek olmadığını, engin bir tarlanın tam ortasında oturduğumuzu görebilmek için geliyoruz. Hem de öyle bir tarla ki, öyle verimli, öyle bereketli... Ne ekersek, kat be kat fazlasını biçebileceğimiz sınırsız bir tarla bu. Ama görmüyoruz, bakmıyoruz, düşünmek istemiyoruz, hatırlamayı seçmiyoruz... Benim suyum bu kanalı aşındıra aşındıra akacak, düşüncesini kabulleniyoruz.

Kimsenin acısı çok büyük değil, kimsenin mutluluğu kalıcı değil, kimsenin yalnızlığı ömür boyu değil, kimsenin serveti kıyamete kadar değil... 'Hayat Kitabı'nın başka sayfalarına, başka satırlarına bakmayı istemek gibidir yeni bir hayata geçiş. Tüm kitabı sonuna kadar bilen bir yanımız var içimizde. Korkuyoruz. Bulunduğumuz sayfadan bir başkasına atlarsak, elimizden tüm yaşamın kayıp gidebileceğinden korkuyoruz. Bu yüzden katlanıyoruz bazen aynı şiddete, bu yüzden yüz çevirip gidiyoruz karşımıza çıkan fırsatlara, bu yüzden çoğu kez her gün elimizin altında dolanan bir eşyanın bile yerini değiştirmek istemiyoruz. Düzenimiz hiç değişmesin istiyoruz. Çünkü yanlış bir hamleyle hayatımızın altının üstüne geleceğinden korkuyoruz. Bir budist sözüydü sanırım; hayatımızın altının üstünden daha iyi olmayacağını nereden biliyoruz?

* * *
Renkli Tasarımlar'ıma gömülmüştüm ne zamandır. Beni steril tutuyor dış dünyadan. Mutluydum. Renkli tasarımlar üzerinde çalışırken yalnızca bir yönüm sesini yükseltir; tasarım üzerinde çalışan 'ben'dir bu sesin sahibi. Başka şeylere takılmaz. Hayatı sorgulamaya çalışmaz. Dış dünyanın yanlışlarına, eksikliklerine kızmaz, sövmez. Sadece bir konuya odaklı, çalışır durur. Ama en önemlisi başını çevirip iç dünyasını izlemeye almaz bu 'ben'. Kendine sessiz, boş bir bahçe oluşturur ve sadece istediği çiçeği eker, istediği hayvanı besler, istediği kişileri koşturur bahçesinde. Dedim ya, sterildir; hem dış hem iç dünyadan.

İş kelimelere, cümlelere geldi mi hayat pusulasını şaşırıyor benim için. Kalemin büyüsü başkadır. Adamı konuşturur da, yazdırır da, söyletir de, sövdürür de, sevdirir de... En nihayetinde tıkır tıkır düşündürür! Önce yüzeyden sonra dipten dipten... Kalem, katman katman kaldırır içimin kabuklarını. Bu blogta yazdıklarımdan veya öykülerimden ziyade, kıyıda köşede iç dünyamın haritası misali birikmiş bir dolu yazı, kıymetlidir benim için. Bir süre önce elimi çektim sandım. Huzurum yazdıkça kaçıyor sandım. Durup dururken kabukları kanatıyorum sandım. Hâlbuki durum öyle değilmiş; yazdıkça boşaltıyormuşum fazlalıklarımı, yazdıkça pîrüpak'a yol alıyormuşum. Temiz bir zihne geçmeden önce, izin verip akıtmalıymışım sözlerimi...anladım...

Bir gün dedim ki O'na, "Söyle ne olur, yazmalı mıyım? Lütfen bana bir işaret gönder."

İşaret Ay Kadın'la geldi.

Ah Ay Kadın... Özü güzel, kendi özel Ay Kadın... Seninle görüştüğümüz o tek günün akşamında oturdu zihnime bu tanım. Ay gibiydin sahiden; bir yüzü aydınlık, diğer yüzü kara. Güneş diğer yüzüne değdiğinde hiç hesapsız aydınlatıveriyordun o yüzünü de. Bazen hilâl kadar nazenin, bazen sırrını örter gibi yarı aydınlık, bazen de tüm engebelerinle tabak gibi ortada... Her yüzün bir aslında, her yüzün meydanda. Bakmayı isteyen, ışığıyla gelenlere sonuna kadar açık kocaman bir yüreksin sen. Cümlelerin ay tozu gibiydi; o kadar ince, o kadar temiz ve o kadar sana özel. Bulandım tozuna. Çıkmaz artık tenimden...

* * *
Pakedi açmaya başlıyorum heyecanla. Biraz da kızgınım, "Ne gerek vardı masrafa? Sen geldin ya, o yeterdi!"
Gelişigüzel yırtılmış paket kâğıdının ortasında duruyor, siyah kutusunun içinde. Kuzu eteğimden çekiştiriyor, "Bakçam annee, bakçaaam!" Kalıp gibi duruyorum, hareketsizim. Şaşkınım, mutluyum, üzgünüm... ayrımına varamadığım bir dolu duygunun ortasındayım işte. Gözüm titriyor, ağlıyorum. Ağzımdan tek bir kelime zorlukla çıkıyor, "İşaret!"

Kutunun içindeki yazı seti gözlerimi kamaştırıyor. En 'afilli'sinden. Boy boy, çeşit çeşit uçlarıyla, mürekkebi mühürüyle kalem setim... Dostum bana "yaz!" diyor, Tanrım bana "yaz!" diyor. Ben değil miydim daha bu sabah bana bir işaret gönder diyen? Cevap bu kadar çabuk, bu kadar güzel gönülden, bu kadar etkili geliyorsa, evet, daha akacak cümlelerim var benim...

Teşekkürler Ay Kadın'ım, teşekkürler...

* * *
Günler geliyor geçiyor, ürkek ürkek bakıyorum kalemime. İçimde cümlelerin ucunu bulamıyorum. Hepsi arapsaçı gibi yığılmış üstüste, birikmiş. Kalem bir sembol elbette. Yazacaksam kara tuşlar üzerinde tıkırdayacak parmaklarım. Ama kalem heyecanımı saklı tutuyor, her gözüme iliştiğinde.

"Siparişlerim var, yeni model yapmam lâzım, yeni renk keçelerim, kumaşlarım heyecanlandırıyor beni. Anlaşılan ben daha elimi çekemeyeceğim renkli tasarımlarımın üstünden," diye bahanelerimi sıralıyorum sürekli. Yazmaktan kaçıyorum, düşünmekten kaçıyorum, içimde sıkı sıkıya tutunduğum 'çöp'lerden kurtulmak korkutuyor beni. Çünkü yazdıkça boşalacak içim. Ya tamamen boşalır da, içimde kendi sesimin yankısını duyarsam? Hazır mıyım bu sesle yüzleşmeye? Hazır mıyım bu sesle bütüleşmeye?

Yazmaktan kaçıp, kendimi kumaşlar dünyasına bahanelerle hapsediyorsam da artık çalışırken daha sık ara vermek zorunda kalıyorum. Çünkü şu huysuz su topları acıtıyor bir süre sonra ellerimi. Ne zaman başladığını fark etmedim; küçücük topluiğne başı kadar uç veriyor eklem yerlerinde. Sonra kendiliğinden patlıyor ve patlayan yerde bir yarık oluşmaya başlıyor. Makas tutmak zor, elimi açıp kapamak da öyle. Hele bir de kumaşa falan sürtündüğünde acısı iyice tavan yapıyor.

Anlıyorum şimdi, yazma yolunda sıraladığım bahaneleri saf dışı bırakmaya çalışıyor içimdeki 'ben'. Bak, ne güzel engelledi beni; kesemiyorsan, dikemiyorsan, ya okuyacaksın ya yazacaksın!

En nihayetinde kapılar açılıyor; cümleler dışarı çımak için kolları sıvadı. Ayaklanma başlattılar içimde. Yakında boşalacak burası, biliyorum.

* * *
Hani hayatı okumak diyorduk ya;
Geçen gün herhangi bir alışveriş için markete gittim. Kasadan çıkmak üzereyken bir şeye çarptım ve pat diye önüme düştü. Yerde pembe pembe yatıyor.; Elif Şafak'ın AŞK'ı. Yerine koymak için kitap reyonunu aradı gözlerim. Kasadan biraz uzakta. Tüm marketteki tek AŞK kitabı, hemen kasanın yanındaki dergi reyonunun ortasına bırakılmış. Ve ben gelmişim, onu görmemişim, çarpmışım, yere düşürmüşüm ve kitap bana kendini gösterebilmiş. Belli ki almalıyım, belli ki okumalıyım.

AŞK, anahtar oldu içimdeki cümlelerin çıkış kapısına. Daha ilk satırlarda isyan başladı. Avaz avaz bağırıyor cümleler, "Çıkmak istiyoruz! Senden ayrılmak istiyoruz artık! Yeter bize tutunduğun!"
Sanki beni hayata bağlayan bunlarmış gibi çürük ip misali tutunduğum her yanılgının sembolü cümleler...
* * *
Kitabı okurken bir kere daha varlığına tanık oldum EGO'nun. Onunla nasıl başa çıkabileceğimi bilmiyorum. Varlığı beni son derece rahatsız ediyor. Kim demiş kitap okumak sessiz bir eylemdir diye. O kadar gürültülü ki, yoruluyorum bu gürültüden. Cümleleri okurken kendi sesimi duymak çok can sıkıcı. Bunu içimdeki diğer ben duyuyor, sıkılıyor. Kelimeleri işaret gibi algılayayım ve sessizce anlayayım istiyorum. Üçgene baktığımda içimde 'üçgen' demiyorum, ya da her gün televizyona bakarken 'bu bir televizyon' demiyorum, lambaya 'lamba', elmaya 'elma'... demiyorum. Onları varlıklarıyla sessizce kabul ediyorum içime. Ama bir kelime okuduğumda onu içten seslendirmek çok can sıkıcı. Yollar boyu milyonlarca defa okuduğunuz bir tabelayı yeniden içinizden sesli bir şekilde okumak, şu yazıyı yazarken bile -ve hatta sizler okurken bile- kendi ses tonunuzla teatral bir ifade takınarak okumak çok can sıkıcı değil mi? İşte bu, kendini her şarta uydurmayı ve varlığını bize her daim hatırlatmayı iş edinmiş EGO'muzun sesi. Mutlak sessizliğe açım... Ve bunun için önce sesleri tüketmeliyim. Dipten yüzeye çıkarıp, boşalttıkça boşaltmalıyım. Okudukça düşünmeli, düşündükçe cümle üretmeli ve her birini tek tek azat etmeliyim.

Bu uzun yazıyla da iyi bir başlangıç temizliği yaptım...

* * *

DipNot: Yeni kitaplar aldım, Aşk'tan başka. Okudukça paylaşacağım sizlerle. Liste fotoğraftaki gibidir.:)


Sevgiler...




DENGE!

|

Bir insan büyüyor elimde...evimde... Hayata meraklı. Öğrenmek istiyor, her şeyi. Deneyimlemek istiyor...

Kurcalamak istiyor, karıştırmak istiyor, bazen bozmak, bazen yapmak, dokunmak, ellemek, hissetmek, gözlemek...

Gözlüyor ve taklit ediyor. Bazen bir insanı, bazen bir salyangozu...

Bir insan yavrusu büyüyor elimde, evimde, hemen yanıbaşımda... Onunla ben de büyüyorum çoğu kez. Geçen gün ilk defa bulaşık teli gördü. Pakedini iştahla, merakla açarken onu izlemek harikaydı. Benim için o yalnızca bulaşık teliydi. Bildiğin tel işte! En el oyalayan, sıkıcı işlerden biri için kullanılan herhangi bir tel yumağı. Ama onun için sanki yepyeni bir gezegen keşfiydi. Elini dokunduğunda düşündüklerini, hissettiklerini hiçbir zaman bilemeyeceğim ama dedim ya, izlemek harikaydı. Epeyce kurcaladı. Çekti, büzdü, meraklı bakışlarını telden çevirmeden birkaç soru sordu bana. Cevapladım. Duydu mu bilmiyorum, cevapları önemsememiş gibiydi.

Sıkıldı. Fırlatıp bir köşeye, gitti. Giderken elini dokunduğu duvarda gri parmak izlerini gördüm. Hemen arkasından koşup ellerine baktım, kül rengine dönmüştü o küçük tombul parmakları. Beyin kıvrımlarımın harekete geçiren, belki saliselere sığan birkaç sorudan sonra, o rengi bulaşık telinin verdiğini fark edebilmiştim. Ellerini yıkadık birlikte, telin boyadığını anlattım. En tatlı gülümsemesiyle, "Boya gibi," dedi. Yeni bir keşif serüveni başladı onun için. Teli bir solukta kaçırdı mutfaktan. Odasına gidip kocaman bir kâğıt aldı. Boyamaya başladı...boya gibi... Daha ikinci hamlede kâğıdın yırtıldığını gördü. Üçüncü hamlede, kuvvetle bastırdığında parmağına batabileceğini... Canı yandı... Ağladı... Bana sarıldı... Sevgime sığındı. Sevginin acıyı dindirebileceğini bir kere daha 'sıkılmadan' deneyimledi.

Ama bir daha bulaşık teline 'bulaşmadı'.

İnsanoğlu keşfediyor, deneyimliyor... Acıların sınır çizdiği yere kadar yükseltiyor vitesini. Hızını hep artırıyor. Öğreniyor, keşfediyor ama ne yazık ki her zaman 'iyi' olanı değil. Ve bir gün acı yağmur gibi üstüne yağıp, sel gibi sürükleyince yaşamını, anlıyor! Hatalarını sorguluyor.

* * *

Haberleri izliyorum akşamüstü. Nasıl tarif etmeli bilmiyorum, belki tek kelimeyle 'sefalet' demeli. Sefalet içindeki yüzlerce insan, aile, boş bir çırpınışla çamura bulanmış tencerelerini, bir daha iflah olmayacağı belli yün yorganlarını çamur deryasından kurtarıp, aklama çabası içinde. "Neyiniz kaldı geriye?" diye soran haberciye, değersiz üç beş eşya kalıntısını gösterip, "Hepsi bu," diyorlar. Klasik cümleler ardı ardına patlıyor ağızlarda, "Başbakan derenin intikamı ağır olur dedi, bu derenin yatağını daraltan onlar, dere intikamını bizden aldı!", "Tek bir yetkili gelmedi!", "Devletimiz nerede?", "Bunun hesabını kim verecek?", "Bize kim el uzatacak?"...

Diğer taraftan ikdidar partisi-muhalefet partisi komedisinde de replikler aynı, CHP şunu dedi, AKP bunu dedi, suçlu CHP, suçlu AKP, senin dönemin, benim dönemim... Hatta Büyük Şehir Belediye Başkanı, bir basın toplantısında tüm Türkiye'nin önüne, elinde oğlumun bile daha iyi resmedebileceği A4 kâğıdı üzerine fosforlu kalemle gayriciddi çiziktirilmiş bir 'belge'yle çıkıp, kendini savunmaya çalışıyor. Heyhat!

Tüm bu sıradan, tekdüze, içeriksiz, yersiz, sorgulamasız, eskaza edilmiş sözlerin içinde bir tanesi var ki, benim akşam üzeri televizyon karşısında ağlatmayı başarabildi.

"Neyiniz kaldı selden geriye?"

"Hiçbir şey abi. Hani bir bebek doğar da çırılçıplaktır, her şeyi sıfırdan öğrenmeye, yapmaya başlar ya, aynı öyleyiz şu anda!"

İşte asıl mesele bu! Bu seller, depremlerle yıkılan binalar, kayan topraklar, tümü, doğanın intikamı falan değil. Dünya tek bir insanoğlundan bile intikam almaya çalışmaz. O yalnızca YAŞAMAYA çalışıyor! Kendini onarmaya çalışıyor. Kendini insanoğlunun varlığına rağmen dengeye getirmeye çalışıyor. Dünya yaşarken, ölü kılıfından sıyrılmaya ve yeni dünyayı yaratmaya çalışıyor. Hem de kim için biliyor musunuz, yine insanoğlu için.

İnsanoğlu, lütfen yaşarken yeniden doğ sen de! Bu yaşanan sel, diğer felaketler, hepsi bir ders olsun sana. İnsanca şartlarda yeni bir anlayışa gelebilmen için 'ağır' bir ders olsun. Şimdi sıfırdan başlaman uygun görülmüşse sana, bunun kıymetini bil. Bu hâlinin, elindeki üç beş eşyayla yaşadığını sandığın o eski düzeninden çok daha 'şükretmeye değer' olduğunu fark etmeye çalış, lütfen. Bugün, maddi her şeyini yitirmiş bir kulun kalan son eşyalarını yağmalamayı seçen SEN, sanıyor musun ki yarının 'zengin' ve huzurlu olacak?

Seni aciz olduğun duygusuyla doldurup, o yaşamı yaşamaya mecbur edenlere artık prim verme insanoğlu. Sen güçlüsün! Tahmin edebileceğinin çok üstünde, GÜÇLÜSÜN! Hem tüm yaşamını, hem de bilincini, yeniden, layığıyla yükseltebileceğine inancın tam olsun.

Her şey bizler için... Üstadın dizeleri gibi...

İnsanlığa

Sizin için, insan kardeşlerim,

Her şey sizin için;

Gece de sizin için, gündüz de;

Gündüz gün ışığı, gece ay ışığı;

Ay ışığında yapraklar;

Yapraklarda merak;

Yapraklarda akıl;

Gün ışığın da binbir yeşil;

Sarılar da sizin için, pembeler de;

Tenin avuca değişi,

Sıcaklığı,

Yumuşaklığı;

Yatıştaki rahatlık;

Merhabalar sizin için;

Sizin için liman da sallanan direkler;

Günlerin isimleri,

Ayların isimleri,

Kayıkların boyaları sizin için;

Sizin için postacının ayağı,

Testicinin eli;

Alınlardan akan ter,

Cepheler de harcanan kurşun;

Sizin için mezarlar,mezar taşları,

Hapishaneler, kelepçeler, idam cezaları;

Sizin için;

Her şey sizin için. (Orhan Veli)


Her şey bizim için. Neden öğrenmiyoruz? Neden göz göre göre aynı yanılgılara kaptırıyoruz kendimizi?

Acının sınırına gelince sevgiye sarılıyor oğlum. "Anne öp, geçsin," diyor. Sevgiyle dokunuşum acısını onarıyor. Çünkü aslında acıyan bedeni değil, yüreği. Eline batan tel, parmaklarını acıtmadı aslında, yine bir hataya düştüğü duygusuyla dolan yüreğini acıttı. Ve yürek acısının tek ilacı; Koşulsuz Sevgi. Neden artık sevgiye, 'bir'liğe yer açmıyoruz yaşamlarımızda?

Bir gün, bu kadar güçlü yağışları SEL olarak değil, 'Bereketli Yağmur' olarak, şenlikle kutlamamız dileyiğle,

Ve sevgiyle...



Beni Seçtiğin İçin Teşekkür Ederim Oğlum

|

Budistlerin bir sözünü anımsadım şimdi; "Ay'ı işaret eden parmak 'Ay' değildir," derler.

Yani gerçek işaret edilebilir, ifade edilebilir ama o gerçeğin özü değildir.

Sana olan sevgimi anlatmayı o kadar deniyorum, olmuyor. Tüm kelimelerim "'Ay'ı işaret eden parmaklar" kadar gerçeklikten uzak kalıyor bu yolda. Artık bu sevgiyi ifade etmeye çalışmamın anlamı olmadığını biliyorum. Ve sevgini doya doya yaşıyorum oğlum.

Nice mutlu yıllara, birlikte, sağlıkla...

Mutluluk Şu 'AN'da...

|

Şöyle yaşıyoruz; işe git, eve dön, yemek hazırla, yemek ye, bulaşık yıka, çamaşır yıka, giy, kirlet, yine yıka, faturaları yatır, alışveriş yap, harca harca, öde öde, çocukların dersi, çocukların aktiviteleri, ona koş, buna koş, trafik, bunaltıcı sıcaklar, dondurucu soğuklar, şikayet şikayet şikayet, depresyon, sıkıntı, stres, imdaaaat!

Şimdi hayal edin, öldünüz! Hah, pek güzel bir hayal gibi duyulmuyor değil mi?:) Ama devam edin lütfen; öldünüz ve öbür alemlere gittiniz. Etrafınızı kuşatmış bir dolu melek, insan bedeninde sürdürdüğünüz yaşamınızda ne gibi tecrübeler edindiğinizi sizin ağzınızdan duymak istiyor.

Konuşmaya başlamadan önce derin bir soluk alıyorsunuz(!), başınızı o muhteşem mavi küreye doğru çevirip gülümsüyorsunuz. Size 'imdat!' dedirten her tür sıkıntı, dert, tasa orada kaldı, biliyorsunuz. Ve oradan ayrılmış olmanın burukluğu çöküyor üstünüze. Oradayken size bıkkınlık veren şeylerin, aslında ne çok güzelliklerle dolu olduğunu fark ediyorsunuz.

"Keşke..." dediğinizi duyuyor O. Ve size, bu bilincinizle, 1 tek gün daha dünyada, eski yaşantınızda, herhangi bir gününüzü yaşama şansı veriyor.

Dönüyorsunuz....

Gözlerinizi açtığınızda yatağınızdasınız. 'Gün' denilen döngü, bütün muhteşemliğiyle başladı...

Güneşin aydınlattığı odanıza göz gezidiriyorsunuz. Yatak denilen yumuşacık bir alanda emniyettesiniz. Etrafınızda sıra sıra dizilmiş eşyalar... Hepsi yalnız bu dünyaya ait. Belki önceleri bunların eskiliğinden, modası geçmişliğinden hep şikayet ettiniz ama şimdi nasıl güzel görünüyorlar size, farkında mısınız? Yanınızda eşiniz uyuyor belki. Sırtı size dönük. Önceki gece önemsiz bir nedenden tartışmıştınız. Ne büyük bir kayıp! Farkında mısınız?

Ve sonra kendinize çeviriyorsunuz bakışlarınızı. Bu beden... bu beden ne muhteşem! Belki önceden şişman, zayıf, çirkin, eksik, kusurlu görüyordunuz. Şimdi en ince ayrıntısına kadar taşıdığı mükemmelliğinden gözleriniz kamaşıyor. Ve biliyor musunuz, o sizin! Böyle bir beden bahşedildiği için bir kez daha şükrediyorsunuz. Her nefes alışınızda kabarıp inen göğsünüze bakıyorsunuz. Aldığınız oksijenin tüm bedeninize yayılışını anlamaya çalışıyorsunuz. Elleriniz... Ayaklarınız... Kollarınız... Bacaklarınız... Damarlardan akan kana odaklandınız şimdi, işte bu yaşamın kanıtı!

Ve gününüzü yaşamaya başlıyorsunuz.. Yediğiniz her lokmanın, içtiğiniz her damla suyun dilinizde bıraktığı tadın, izlediği yolun, başka hiçbir şey düşünmeksizin farkındasınız. Yaşamın her anındaki muhteşemliğin tadına varıyorsunuz şimdi. Oysa önceden de ne çok şey yiyip, içmiştiniz. Ama bu sizin için kimi zaman mecburiyet, kimi zaman angarya olmuştu.

Yollara atıyorsunuz kendinizi. Bastığınız her taşın, toprağın detaylarını aklınıza yazmaya çalışıyorsunuz. Adımlarınızı o zemin üzerinde izliyorsunuz. Ağzınız kulaklarına varmış bir halde gülümsüyorsunuz. Görenler deli diyecek, varsın desinler...

Arabanıza bindiniz. Trafik felaket! (ti eskiden) Ama şimdi o tarfiğin içinde bile ne güzellikler olduğunu görüyorsunuz; önünüze hızla direksiyon kıran kişiye gülümseyerek yol veriyorsunuz. Hatırlıyor musunuz, bunu yapmadığınız bir gün tatsız bir inatlaşma içinde bulmuştunuz kendinizi. Trafiğin daha beter aksamasına ve daha çekilmez görünmesine neden olmuştu bu tutumunuz. Gününüzün geri kalanında o sıkıntıyı atamamış, önünüze gelenle tartışıp durmuştunuz. Şimdi yol verirken gülümseyip, üstüne 'iyi günler!' dediniz. Karşınızdaki kişi de gülümsedi en nihayet. Az sonra o da birine yol verip gülümseyecek, biliyorsunuz.

Faturaları yatırmak için bankadasınız. Uzun bir sıra sizi bekliyor. Olsun. İnsan denen varlığın parayla ilişkisini yeni bilincinizle gözlemlemek için büyük bir fırsat. Her şey ne kadar 'ciddi' işliyor. Yüzlerin hemen hepsi asık. Mesele mühim! :) İnsanların stresi şimdi daha da katlanmış sanki. Paranın önemli bir enerji olduğunu kabul ediyorsunuz ama insanlığın var olma nedeni olarak bakması ne kadar manasız geliyor şimdi size. Oysa siz de öyle değil miydiniz? Sıra size geldiğinde görevliye gülümseyip, hal hatır soruyorsunuz. Önce durumu yadırgasa da, bir süre sonra gerginliği çekilmiş gibi işinizi gülümseyerek halletmeye başlıyor. Ama o da ne? Sistem kilitlendi! Siz ve bankadaki bir dolu insan sistem tamir edilinceye kadar beklemek zorunda kalacak. Homurdanmalar, ufak çaplı tartışmalar... İçeride son sürat sıkıntılı bir enerji dolaşıyor. O sırada bankanın yan tarafındaki çay ocağını fark ediyorsunuz. Gidip, bankadakilere çay servisi yapmasını, parasını kendinizin ödeyeceğini söylüyorsunuz. Hayır siz zengin falan değilsiniz. Hatta o para bir ihtiyacınız için duruyordu cüzdanınızda. Ama siz paranın sevgiye dönüşüp, sonra o sevginin yeniden paraya dönüşebileceğini biliyorsunuz. Bunu şansı yaratacağınızdan hiç kuşkunuz yok.

Bankadakiler sürpriz çay karşısında biraz neşeleniyorlar. Sessizliği sohbetler almaya başlıyor. Sinirler biraz yatışmış. Ve sistem tamir edilip, işler yeniden görülmeye başlandığında her şey sanki daha yolunda gidiyor.

Evde yapılması gereken işlere bakıyorsunuz; çamaşırlar, bulaşıklar, temizlik, derleme, toplama... Bunları yapmak zorunda olduğunuz için lanetler edip, işleri daha da çekilmez hale soktuğunuz o günde değilsiniz artık. Çünkü bu dünyada yaşamanın, Tanrı'nın sunduğu (ve farkında olduğumuz) tüm güzelliklerin, bir bakıma karşılığı olduğunu biliyorsunuz şimdi. Buradasınız! Yaşıyorsunuz! Hayat mucizelerle, eşsiz güzelliklerle dolu. Bunların karşılığında tertip, düzen, temizlik, sağlık için bir takım şeyler yapmak zorunda olmamız yanlış olabilir mi? Peki bir zamanlar 'angarya' olarak gördüğümüz bu işleri, yapabiliyor olduğumuz için şükretmek 'polyanna'cılık mıdır sizce?

Bu günün detayları daha da uzatılabilir. (Biliyorum, birçoğunuz giden çay parasının nereden yerine geleceğini merak ediyor. Onun hayalini size bırakıyorum; nasıl bir yerden, hangi oranda gelmesini isterdiniz?:)) Çocuklarınızla, ailenizle ya da yalnız başınıza, tüm güzellikleriyle yaşadığınız bir gün oldu bugün. Anlatıldığı gibi biri değil de, herhangi evsiz, barksız biri olsaydınız, yine de o yaşamın içinde güzellikler vardır. Artık güzellik denen şeyin, 'AN'IN FARKINDA OLMAK anlamına geldiğini biliyorsunuz.

'An'ı yaşamak ile ilgili yüzlerce hatta binlerce kitap yazılmış olabilir. Milyonlarca, milyarlarca, tirilyonlarca cümle kurulmuş da olabilir. Bunların hiçbirini okumaya ihtiyacınız yok. Hayatınızın değerini anlamak için ölmenize de gerek yok. Kurmanız gereken tek bağlantı, tüm bu değerlerin içindeki güzellikleri görüp, bu güzellikleri sevgiye çevirebilmek ve sevginin olduğu her alanda size en güzel şeylerin döneceğine inanmak.

Tüm bunların 'lâf salatası' olduğunu düşünenlerinize, şu postu okumasını tavsiye edeceğim. Eğer mantıksal, bilimsel, şusal busal bir açıklama istiyorsanız gerek o postta, gerekse birçok kaynakta bulabilirsiniz. Hatta, 'yok kardeşim benim kafam bu meseleyi almıyor bir türlü' diye düşünüyorsanız, bir mail gönderin daha uzuuuun uzuuun anlatılan bilgi kaynakları göndereyim size.:)

Lütfen yalnız an'da yaşayın ve hayal ettiklerinizin gerçekleşebileceğine inanın. Ne kaybedersiniz?



Şifalı Eller

|


Ben bioenerji uzmanı falan değilim ama avuçlarımdaki enerjiyle ağrılarımı azaltabiliyorum artık. Bunun bana özgü bir durum olduğunu sanmıyorum. (Hatta hiç ihtimâl vermiyorum.) Muhtemelen her insanoğlu bunu yapabilir. Madem ki elektro manyetik varlıklar olarak değerli bir enerjiye sahibiz...


İnsan ağrısına dua eder mi? Valla ettim!:) Dişlerim birden bire çıldırmış gibi haykırışa geçti. Bir o bağırıyor, bir bu! Ağrı kesici ilaçlar hak getire. Gecenin bir vakti 'yandım Allah!' diye sıçratıyor beni yatağımdan. Hangisinin ağrıdığını bile kestiremiyorum. Hepsi bir ağızdan vıdı vıdı söyleniyorlar sanki. Kuru gürültü! Dişçiye gitmek lâzım, besbelli. Ama baktım ki ne zamandır unuttuğum bir korkum daha varmış. Eni-boyu ufak da olsa korku korkudur en nihayetinde. Bir de geçenlerde okumuştum; korkuların salınması vücudun dengeye gelmesini sağlarmış. Mesela fazla kilonuz varsa, korkulardan sıyrıldıkça onlardan kurtulur, eksik kilonuz varsa geri yüklermişsiniz. Bir taşla iki kuş! Hem fazlalıklardan kurtulacağım, hem de korkularımdan. E insan böyle ağrıya dua etmez mi?:))


Dişçiye gideceğim; o yanık saç kokusu gibi kokuya, bızır bızır sesiyle illet eden oyucu alete, son derece rahatsız koltuğa ve o koltukta oturan kişi kendi olmadığı için rahatlıkla "hiç acımayak" mavalı okuyan hekime katlanmak pahasına da olsa, gideceğim. (Annem ve ablam okuyorsa eğer, alkışlıyorlardır eminim.:))


Gideceğim gitmesine de, vakti var biraz daha. Eli hafif bir hekim bulmak lâzım önce. İknâ olmak lâzım. Zamanı iyi ayarlamak lâzım. E bu sürede ağrıyla yatıp ağrıyla mı kalkacağım? Tabii ki hayır! Ellerim sağ olsun.:)


Şimdi şöyle oluyor; (Tabii bu tamamen benim kendi ürettiğim bir çözümdür. Kitabî karşılığını aramayınız. Ama denemekten zarar gelmez. İlaç yok, bir şey yok.;-))


Ellerinizi birbirine sürtüyorsunuz. O sürtünme esnasında avuçlarınıza şifa enerjisi dolduğunu hayal ediyorsunuz. Sonra avcunuzu ağrıyan bölgeye yaklaştırıyorsunuz. Yavaş yavaş... Değdirmiyorsunuz ama enerjiyi en yakından hissedecek kadar kısa bir mesafe bırarakıyorsunuz. Elinizin sıcaklığını hissedebiliyor musunuz? Ağrınız giderek azalıyor mu? Şimdi ağrının merkezi olduğu düşündüğünüz noktayı gözünüzde canlandırın. Oraya enerjiyi enjekte ettiğinizi imgeleyin. Yok benim ki hemen geçmedi, ağrı kulaktan tüm çeneye yayılmış, noktanın yerini kestiremedim. Avcumu kulaktan çeneye doğru süpürür gibi (ya da okşar gibi) hafif hafif indiriyorum. Ohh, biraz azaldı. Şimdi ağrının merkezi olduğunu sandığım bölgede ufak dairesel hareketlerle gezdiriyorum avcumu. Hah şöyle! Bir de dişlerimin üzerinde sihirli değneğiyle bir diş perisi gezindiğini hayal ettik mi, tamamdır.;-) Diş perisi enerjisini ellerimden alıyor elbette. Tam dişlerimin üstünde zarif hareketlerle dolaşıp, çürük-çarık yerleri onardığı yetmiyormuş gibi bir de bembeyaz parlatıyor.:) Periciğim, biraz da şu dişe lütfen? Hah tamaaam!


Sonra periye teşekkür ediyorum, "yolun açık olsun" diyerek gönderiyorum.:) Sonra ellerimi öpüp, onlara da teşekkür ediyorum. (Yok artık demeyin canım! Siz hâlâ kendini sevmenin narsistlik olduğunu düşünenlerden misiniz? Kendinizi sevmek, tüm varolanı sevmektir.)


Şaka bir yana, ellerimizle enerjiyi tutabildiğimizden eminim. (Ki gerçekten ağrılarıma geçici de olsa çözüm olabiliyor.) Düşünün bir kere, bir yeriniz acıdığında ilk olarak orayı tutmaz mısınız hemen? Yavrunuzun bir yeri ağrıdığında elinizle ovuşturmaz mısınız? Üzgün, mutsuz bir dostunuzun omzuna dokunarak teselli etmeye çalışmaz mısınız? Bizim hatırlamadığımız iç benliğimiz, enerjilmizi olumlu yaratımlar için kullanabileceğimizi biliyor olmalı. Ve hatta kim bilir başka ne mükemmellikleri biliyordur...


Ona daha sık kulak vermeye ne dersiniz?



Sevgiyle kalın...


(Not: Postiçin görsel malzeme ararken bioenerjiyle ilgili epeeeeyce linke rastladım. Bilen birileri beni yanlış yönlendirme için topa falan tutar diye yeniden belirteyim; bu kendi deneyimimdir ve şimdilik bundan memnunum.;-))

NEDEN?

|

Neden beynimizin %10 ila %20'lik kısmını kullanabildiğimizi hiç düşündünüz mü? Peki zamana artık neden yetişemediğimizi? Ya dünyadaki savaşların, büyük doğa olaylarının, küresel krizlerin giderek arttığını, her gün yeni bir felaket haberinin haber programlarına konu olduğunu ve insanların giderek daha çok cinnetin eşiğine geldiğini, herkesin daha çok sorgulayıcı olmaya başladığını, şu blog aleminde bile ne çok insanın artık "Neden?", "Biz kimiz?", içimizdeki, dışımızdaki ve benzeri konularda, felsefî yazılar yazmaya başladığını...?
Bilim ve teknikle açıklanabilen bir takım gelişmeleri, bilimsel ve teknik denklemlere fazla bulaşmadan, önsezilerimle algılamaya ve kendime has dilimle anla(t)maya çalışıyorum çoğu kez. Uzay ve evren konuları hariç hiçbir zaman ansiklopedi okumaya hevesli olmadım. Fizik ve kimya kurallarından, matematiksel denklemlerden hep uzak durdum. Bilimin dilini, önsezi dilime indirgeyerek kendime has bir farkındalık yolu seçtim. Ama bazen ikna edici olmanın yolu ya dînî ya da bilimsel verilere dayalı konuşmaktan geçiyor. O yüzden bu yazıda, benden duymaya pek de alışık olmadığınız üzere bilime dayalı cümleler kurabilmek istiyorum. Hani kafam çok basmasa da, anlayabildiğim kadarını yazsam yeter.:) Biri anlasa kârdır.;-)

Şimdi, dünyanın tireşimi ve insanlık üzerindeki etkisini, özetlemek istiyorum.
Herkesin bildiği gibi yeryüzü 'Atmosfer' denilen bir gaz tabakasıyla çevrelenmiştir. Atmosfer 4 katmandan oluşur ve yeryüzüne en yakın olan katmanın adı İYONOSFER'dir. İyonosfer ile dünya arasındaki mesafe ayaklaşık olarak 500-600 km.'dir. Ve İyonosferin sıcaklığı 1700 derece civarındadır ki bu ısı yeryüzüne giren gökcisimlerinin eriyip yok olmasına, böylelikle yeryüzünü bu gökcisimlerinden korunmasına katkı sağlar. İyonosfer tabakası, dünya ısısını belirli bir seviyede tutarak canlılara yaşam imkanı sağlayan bir tabakadır. Aynı zamanda radyo dalgalarını yansıtarak, radyo, televizyon, telefon haberleşmesi için ayna görevini de yürütür.
İyonosfer tabakası ile yeryüzü arasındaki boşlukta, çeşitli frekanslarda titreşen elektro menyetik alanlar vardır. Ve bunların en büyüğü 7.8 hertz (yani saniyede 7.8 devir) oranında titreşir. Buna dünyanın 'kalp atışı' diyebiliriz.
Çok uzun yıllar boyunca bu titreşimin sabit olduğu sanılıyordu. Ancak 1980'lerden bu yana titreşimin giderek arttığı kaydedildi. Sıfır noktası dediğimiz titreşim ölçüsü 13 hertz olarak biliniyor. Ve dünyanın şu anki 'kalp atışı' 12 hertz!
Bunun hangi nedenlerle hızlandığı bilimsel olarak henüz netlik kazanmadı. Ama birçokları bunun nedenini farklı kaynaklardan gelen bilgilerle biliyor ve açıklayabiliyor. Bu kaynakları zamanla paylaşacağım.
Bizler elektrik üreten, elektro manyetik alanlar yaratan, yaptığımız her eylemle -düşünmek, hareket etmek, hissetmek, konuşmak- titreşim yayan varlıklarız. Mesela şu EEG dediğimiz aletle beynin her tür durumunda yaydığı dalgalar(titreşim) ölçülmektedir. Bunlar 5 ana frekansa sahiptir.
Delta Dalgaları 1 ila 3 hertz arasındadır ve derin uyku halindeyken, bilinçsizlik halindeyken beynimiz bu ölçüde dalga yayar.
Teta Dalgaları 4 ila 7 hertz arasındadır ve uyuşukluk, hafif uyku hali, gevşeme halindeyken yayılan dalga hızıdır.
Alfa Dalgaları 7 ila 11 hertz arasındaır ve sakin haldeyken, uykudan önceki son safhada beynin yaydığı elektro manyetik dalga hızıdır.
Beta Dalgaları 11 ila 25 hertz arasındadır ve aktif çalışırken, dikkat ederken, bilgi alıp-verirken beynin yaydığı elektro manyetik dalgalardır.
Gama Dalgaları 25 ila 60 hertz arasındadır ve öğrenme, anlama, idrak için zihnin zorlandığı sırada beynin çıkardığı elektro manyetik dalgalardır.
Bizler, tüm canlılar ve dünya elektro manyetik dalgalar yayan, titreşen ve titreşimleriyle birbirini etkileyen varlıklarız. Bir odada duran piyanoyu düşünün. Yakınında bir yerde çalan güçlü müziğin etkisiyle aynı frekanstaki tellerinin titreştiğini fark edersiniz. Ya da en basiti çalan bir şarkıya eşlik ettiğinizde sesinizin ne de güzel olduğunu düşünebilirsiniz ancak aynı şarkıyı yalın sesinizle söylediğinizde (eğer bu konuda eğitimli biri değilseniz) sesinizi istediğiniz gibi kontrol edemediğinizi fark edersiniz. Yani yaydığımız titreşimler, çevresel titreşimlerden etkilenmektedir.
İşte 1980'lerden bu yana artmaya devam eden dünya titreşimi, bu titreşim içinde yaşayan tüm varlıkları etkilemektedir. Bir başka deyişle, insanlık dünya frekansıyla aynı oranda, 12 hertz hızında titreşmekte, relaks ve uyku halinden çıkıp, Beta dalgaları frekansına çıkarak uyanması, bilinçlenmesi demektir.
Bu aynı zamanda 24 saat olan bir günün, bu hızla 16 saatte tükenmesi anlamına gelmektedir.
Ama en önemlisi bu şu demektir sevgili dostlarım;
Yaydığımız titreşimlerden sorumluyuz! Eğer bu dünya için barışı, bolluğu, eşitliği, sağlığı, berekti istiyorsak, kendimiz için bunları istiyorsak, az önce bahsettiğimiz, fizikte 'Akustik Rezonans Yasası' diye bilinen, titreşimlerin etkileşimi yasası gereği, daima en güzel şeyleri hayal etmeli, olumsuzluklardan sıyrılmalı, felâket tellalı medyanın yaydığı haberlerin maksadını anlayarak, arkasındaki gerçek nedeni görüp, umutsuzluğa kapılmamalı, endişeleri, korkuları bırakıp, umuda ve mutluluğa yelken açmalıyız.

Papağan gibi tekrarladığımız "NE İSTERSEN O OLUR!" cümlesinin bilimsel açıklaması, aşağı yukarı böyledir sevgili dostlar. Aklım erdiğince, dilim döndüğünce açıklamaya çalıştım. Ama bu konu daha bitmedi. İlk paragrafta yazdığım soruların bir kısmına değinebildim ancak. Devam edeceğim. Belki yakında, belki çok sonra...
Sevgilerimle...

HATIRLA!

|

İki gündür çam ağaçlarıyla çevrelenmiş bir yerdeyim. İki gündür onlara konuşuyorum. Bir de engin denize... Arada ne söz var, ne ses... Ama kelimelendiremediğim ne çok duygumu, düşüncemi biliyorlar... İki gündür zihnime saplanmış bir bıçakla yaşıyorum. Kıpırtısız duruyor orada. Çekip çıkarmayı becerebilsem, kan olup dökülecek tüm hislerim. Bilmemeyi seçer gibi tutuyorum o bıçağı orada. Bir çekebilsem, oluk oluk kan gibi akınca içimde ne varsa, damla damla söze dönüşütürür, anlardım ben de derdimi. Ama korkuyorum be arkadaş! Yüzleşmek bazen hiç olmadığı kadar zor geliyor insana.

Zaten anlamlı anlamsız, gelişi güzel cümleler kurmaya çalışmamın nedeni de bu. Kırılsın istiyorum bir şeyler, oyukları çomakla büyütmak istiyorum, ya da şirazeyi dağıtayım, dağılsın tüm yapraklar, dökülsün sözüm ona 'yanlışlıkla', kendimden saklamayı seçtiğim ne varsa. Bu sebepledir ki cümlelerimi siz ikinci, üçüncü şahıslardan çok, kendim için sıralayacağım. Gerçeğimin bilmecesini çözmek için kuracağım denklemlerimi. Eğer yazıyı okuyup da hiçbir şey anlamazsanız, ne beni suçlayın ne kendinizi. Soyut bir resme baktığınızı farzedin, unutalım gitsin.

İpin ucunu yakalayabilirsem, bu yazının maksadına geleceğim.

Önce birçoğunuzun ütopik bulacağı bir yaşam çizmek istiyorum sizlere. Lütfen hayal edin;

Muhteşem bir yaşamınız var. Neyi arzuluyorsanız tüm yaşamınız bunlarla çevrili. Birçoğunuzun aklına ilk gelen şeyin 'deli para' olduğunu biliyorum. Varsın olsun. Lüks malikanelerde, her işinize koşan yardımcılarla, yediğiniz önünüzde yemediğiniz arkanızda bir yaşam hayal ediyor olabilirsiniz. Kapıda cip, evde olimpik havuz(!), hem de denize sıfır, birkaç bankadan bol haneli cüzdanlar, İsviçre bankalarında kasalar, kimine dünya güzeli kadın, kimine bir içim su adam, hatta terasta bir helikopter pisti, 100 metre ileride özel uçağınızın havaalanı, pilot her an hizmete hazır, sabah kahvaltısı Paris'te, öğle yemeği Venedik'te, akşam... akşam olmaz, annenize sözünüz var(!), dünya tatlısı evlatlar, hem de ne ağlar ne sızlar, hep güler kahkaha atar, her işlerini kendileri yapar, tüm markaların koleksiyonu siz nereye derseniz oraya getiriliyor, dolaplar dolmuş taşmış; ferre, versace, louis vuitton, ulysse nardin, yves saint laurent... Ne sağlık sorununuz var, ne ilişki sorununuz, kilolar yerinde, vücutlar fit, şeker 80, kolesterol 120, (belki de bu değerleri sallıyorumdur, bilemedim şimdi)...

Uzatmayalım efendim, sonuçta öyle bir yaşamın içindesiniz ki, daha isteyebileceğiniz toplu iğne başı kadar bir şey yok! Zaten isteseniz de elde etmek elinizde. Yeter ki isteyin, hemen oluyor. Her şey şahane!

Ama aynı zamanda duyarlı da bir insansınız. Duyarlıdan da öte; öyle birisiniz ki, tüm bu sahip olduklarınızın, dünya çıkarı karşısında hiçbir öneminin olmadığını düşünüyorsunuz. 'Bana dokunmayan bin yaşasın'cılardan hiç olmadınız ve mizacınız da buna uygun değil. Biri dese ki, dünyanın kurtuluşu sen ve senin gibi bir gurup insanın elinde. Şimdi, şu anda, bir elini yağdan, diğerini baldan çekip, bizimle dünyayı kurtarmaya var mısın? dese?...

Kabul ettiniz bile! Ve inanın düşündüğünüz gibi deli falan da değilsiniz.

Görev kâğıdı elinize ulaşıyor; çok özel bir makinayla geçmişe gideceksiniz. Hayır çocukluğunuza falan değil. Dedenizin zamanına da değil. Daha eskiyi hayal eder misiniz lütfen? Abartmayalım dinazor çağına kadar gitmedik! Gittiğimiz tarih ortaçağ olsun mesela. Hani insanların yokluk içinde yaşadıkları, meydanlarda herkesin gözü önünde kafaların uçurulduğu, bir gıdım ekmek için büyük savaşların yapıldığı, günlerce hatta aylarca su yüzü görmemiş çaputların giyilmek zorunda olduğu, vebanın ve daha bilimum hastalığın kol gezdiği o zamanlara...

Ama bu makina öyle bir şey ki, siz aslında buradan ayrılmayacaksınız, sadece kafanıza geçirilen bir aygıt sayesinde, o dönemlerde herhangi bir kimlik olarak yeni bir siz doğuracaksınız. Tamamen seçimle ve hayal gücüyle... Buradaki gerçek özünüz makinanın başında dururken, ortaçağ döneminde size ait, sizin hayal ettiğiniz yeni bir yaşam başlayacak. O yaşamı dilediğiniz gibi yönlendirebilirsiniz, bu sizin elinizde. Oraya gittikten sonra, hayalinizde ne varsa, oradaki yaşamınızda da uygulayabilirsiniz. Ama bir sorun var; makina henüz çok yeni, tam verimli çalışamıyor ve o döneme gidip yeni bir insan olarak doğduğunuzda, bu yaşamınıza dair hiçbir şey hatırlamayacaksınız! Yani en basiti, o yaşamı hayal gücünüzle dilediğiniz gibi yönlendirebiliyor olduğunuzu bilemeyeceksiniz. Ve bunu ne kadar kolay başarabildiğinizi de.

Ağır bir şart bu.

Ve henüz görevinizi söylemedik. Şartlar her ne olursa olsun sevgide kalmak ve oradaki yaşamınızı tamamen hayal ederek yönlendirebileceğinizi hatırlamak. Dolayısıyla, her zaman en karanlık çağ olarak hatırladığımız o çağa aydınlık getirebilmek. Bu yaşamınızda mutluydunuz; ne arzu ediyorsanız sizindi. Tüm bunları kendiniz başarmıştınız. Daha basit anlatımla; istemiştiniz olmuştu. Bunu burada yapabildinizse, elbette orada da yapabilirsiniz. İstersiniz ve olur! Her şey bu kadar basittir. O çağdaki yaşamınızda, bir parmak şıklatması gibi basit bir işlemle(sadece yürekten arzulamakla) en güzel şeylere sahip olmaya başladığınızı gören insanlara, bunun hiç de zor olmadığını anlatmanız gerekiyor.

Yani önce gerçekte KİM olduğunuzu ve nasıl bir güce sahip olduğunuzu hatırlamak, ardından bunu insanlıkla paylaşmak, 'karanlık' diye bilinen o çağı yeniden yazarak, AYDINLIK çağa dönüştürmek aslî göreviniz. Ve korkmayın, yalnız değilsiniz. Sizin gibi aynı göreve soyunmuş yüzlerce, binlerce insan da orada olacak. Yolculuğunuzu onlarla paylaşabilirsiniz. Ama bu paylaşmaktan öteye gidemeyecektir. Sizin için yapabilecekleri çok bir şey yok, gönülden destek olmak dışında. Keza onlar da aynı durumdalar. Ama kimliğinizi size hatırlatmak için, bu çalışmayı yürüten birçok insan, zamanlar arası yolculuk yapabilen makinanın çevresini kuşatmış bir halde, size zaman zaman ipuçları fısıldayacak. Bazen koca koca metinler gelecek önünüze, okuyacaksınız. Buradaki bir gurup yardımcınız size 'sizi' hatırlatacak sayfaları gönderip duracak. Hiçbir şey hatırlamayan yeni kimliğiniz bunları duyduğunda ya da okuduğunda inanırsa, yürekten inanırsa, o dönemin sığ düşünce sistemine kapılmayıp, tüm bunların gerçek olduğuna inanırsa, muhteşem şeyler hayal etmeye başlayıp, içinden çıkılamaz olarak gördüğünüz o berbat yaşamı bir anda muhteşem bir yaşama dönüştürebileceksiniz.

İNANÇ! GÜVEN! Yalnız ve yalnız KENDİNE GÜVEN! Tüm mesele bu!

Nasıl bir görev bu?

Değer mi şu güzelim yaşamınızı bırakıp, bu zorlu yollara gitmeye?

Ama siz "DEĞER!" dediniz. Çünkü işin içinde insanlık var. Kurtarılacak yaşamlar var. Çünkü işin içinde Dünya var! Ve siz bunlara arkanızı dönemeyecek birisiniz. Size 'melek' dersek, abartmış olmayız herhalde.

. . .


Çok mu ütopik buldunuz bu anlattıklarımı? Peki ya gerçekse? Mesela bugün yaşadığınız(ı sandığınız) her şey, aslında herhangi bir zaman diliminde (ya da zamansızlık içinde) muhteşem bir yaşam sürüyorken, görev gereği geldiğiniz bu döneme ait hayaller kümesiyse?

. . .


Hikayemize geri dönüyoruz şimdi. Kafanızdaki o aygıta bağlı bir halde, hem varlığınızı şu anki durumunuzda hissediyorsunuz, hem de ortaçağda yarattığınız o kişiliği yaşıyorsunuz. Görev tamamlanmadan o koltuktan kalkamazsınız. "Varım!" dediniz bir kere. Oradaki benliğiniz, size sunulan hatırlatıcı ipuçlarına inanıp inanmamakla boğuşurken, buradaki benliğiniz de "ya hatırlayamazsa?" kuşkularıyla boğuşuyor. Çünkü o koltuktan kalkıp, yeniden evinizin olimpik ölçülerdeki yüzme havuzunda ter atmak, yardımcılarınızdan her birinin size meyve kokteyli, bornoz, çıtır çerez taşıması için sabırsızlanıyorsunuz. Ama görev gereği yarattığınız o lanet kişilik, bir türlü bu gerçeklere inanamıyor. Hâlâ daha "yok artık! mümkün değil!" diye ortalarda dolanıp duruyor ve midenizi kaldıran o iğrenç sularla bulaşık yıkayıp, kokudan burun direğinizi sızlatan salkım saçak kıyafetleri giymeye devam ediyor.(!)

Ama azimlisiniz, (ve bir bakıma mecbursunuz) o kişiliğe tüm bunların hayalden ibaret olduğuna inandıracaksınız.

Uzatmayalım, uzun süren çalışmalar, çabalar sonucunda bunu en nihayet başarıyorsunuz. Siz ve size destek olan teknik ekibin sözleri, ortaçağda yaşattığınız o kişilik üzerinde etkisini göstermeye başlıyor. Artık sizin özünüze ve varlığınıza koşulsuz inanıyor. Yaşadıklarının sanaldan ibaret olduğunu biliyor ve yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyor. Her yalnız kaldığında sizinle konuşuyor. Sizi duymuyor ve görmüyor ama önüne serilen o çarşaf çarşaf yazılı metinler sayesinde, sizin her an onu izlediğinizi, her söylediğini duyabildinizi biliyor.

Ama bir pürüz de bu noktada baş gösteriyor. İnanma adımından sonra, yalnız hayal gücünü kullanarak mükemmel bir yaşam yaratabilmesi gerekiyor artık. (ki bu güç elinde) Fakat bu kişilik bunu nasıl yapacağını bilmiyor. Siz bu tarafta yırtınıyorsunuz, "ulan alt tarafı hayal edeceksin! Başına bir şey gelmez merak etme! Hiçbir şeyini kaybetmeyeceksin! Kaybetsen bile bunlar senden gitmesi gereken şeyler olacaktır. Önemi yok! Bak emin ol buralar şahane. Her şeyin en mükemmelini yaşıyorum. İstersen orada da bunu yapabilirsin. Kavuşmamız lâzım. Görevini senin orada, benim de burada tamamlamamız lâzım. Sen orada yarım, ben burada yarım... Birleşmemiz lâzım. Kendimiz için, insanlık için bunu yapmamız lâzım!"...

"Deniyorum olmuyor!" diyor size, "Başaramamaktan KORKUYORUM! Seninle yeniden 'bir' olamamaktan korkuyorum! Buralara çakılı kalmaktan korkuyorum!" diye bağırıyor. Eğer özünüzün beğenebileceği gibi hayaller kuramazsa, kendini hayallerine koşulsuz teslim etmezse,yeniden birleşme olamayacağını biliyor. Bunun yerinde saymak anlamına geldiğini biliyor. Yaşadığı ağır şartların hiçbir zaman bitemeyeceğini, sizinle, sizi memnun edecek bir sonuçla feraha ulaşamayacağını biliyor. Sizin(özünüzün) yaptığı hiçbir şeyden memnunluk duymayacağınızdan, ondan vazgeçmenizden ve onu sonsuza kadar o yaşama terk etmenizden KORKUYOR! Bu öyle bir korku ki, asla size "yaptıklarımdan memnun musun? Başarabiliyor muyum? Beni de o muhteşem yaşamına alıp, benimle yeniden 'bir' olacak mısın?" diye sormak istemiyor. Çünkü 'hayır' diyecek olmanızdan korkuyor. "Başaramadın, üzgünüm. Seni bu yaşamda terk edip, yeni bir yaşam hayal ederek bu görevi onunla sürdüreceğim," demenizden çok korkuyor.

Ve böylece sizi oyalamaya başlıyor, sırf o duyması muhtemel olumsuz yanıtı almamak için. Eğer hayal etme denemelerini sürdürürse ve hayal etme yöntemlerini sürekli değiştirip durursa, başaramayacağından kuşku duymaya devam edip, bu oyunu oynamayı sürdürürse, o soruyu size sormayı geciktirirse, alması muhtemel olumsuz cevabı da geciktirecek. Kısacası; sizin 'hayır'ınızı duymaktansa, o soruyu sormamayı ve berbat da olsa o yaşamı sürdürmeyi tercih ediyor. Görüyor musunuz şu 'KORKU'nun yaptıklarını?

Gerçi o bilmiyor ama sizin de durumunuz ondan farklı değil. Siz de yarattığınız o kişilikle yeniden 'bir' olamamaktan, görevi tamamlayamamaktan, şu lanet koltuktan kalkıp, özel uçağınıza atladığınız gibi Tayland'da bir ikindi 'drink'i alamamaktan fena halde KORKUYORSUNUZ! Ve şakası bir yana, yarattığınız o kişilikle birleşemeyip, tüm yaşamınız boyunca kendinizi yarım hissetmekten fena halde korkuyorsunuz.

Ve böyle başlıyor uzun ayrılıklar. Ve böylece yaşanamıyor kavuşmalar.

Bildiğiniz 'siz' ile, içinizdeki siz kavuşamıyor bir türlü. Kavuşma olmayınca özlem artıyor. Özlem arttıkça öfke büyüyor. Öfkenizle birlikte korkularınız da büyüyor. Tüm korkularınız, öfkeniz, yaşamın dev mıknatısından ne kadar olumsuzluk varsa çekiyor kendine. Yaşamlar böyle harcanıyor. İnsanlık böyle böyle dibe çekiliyor.

Hani siz melektiniz? Kim çaldı sizin meleksi enerjinizi? Kim köreltti iyi niyetinizi? Hani insanlık, kahramanlık, sevgi, hoşgörü? Karanlık galip geldi! Korku sizi yendi. Yanıbaşınızda sürekli hiçbir güzelliğe ulaşamayacağınızı fısıldayan bir varlık gibi dikiliyor artık. Niyetlerinizi baltaladı. Yapabileceğiniz şeyleri baltaladı. Güzelliklere ulaşmanızı baltaladı. "Ya olmazsa?" endişeleriyle kaybedilen zamanları çoğalttı. Her iki kişiliğin, her iki zaman dilimindeki (ya da zamansızlıktaki) esaretine neden oldu. Geçmişler olsun...


Yani sevgili dostlar, içinde bulunduğumuz tüm olumsuzları yaratan bizleriz. Mutlu olmayı beceremeyeceğimiz korkusuyla, mutlu olmayı hak etmediğimiz yanılgısıyla, mutluluğumuzu her daim baltalayan yalnız ve yalnız kendimiziz.

Aynaya baktığınızda bedeninizi görüyorsunuz. Bir de ruh var içimizde pîrüpak! O sahiden bir melek. Siz de öylesiniz bu bedeninizde bile. Ne o yakıştıramadınız mı? Siz melek olamaz mısınız? Duyamadım, kötüyüm mü dediniz? Beceriksizim, başarısızım, kaderim kötü, şanssızım, zavallıyım... mı dediniz? Bunu sahiden siz mi söylediniz? Ne kadar eminsiniz? Her şeyin bağışlayıcısı olduğunu söylediğiniz Tanrı, sizi böyle yaratmış olabilir mi? Şu yanıbaşınızda dikilmesine neden olduğunuz karanlık bunu size söyletiyor olamaz mı? Lütfen hatırlayın, bu varlığı siz yarattınız. Korkuyla başladı her şey ve ayrılık acısı, öfke eklendikçe büyüyüp simsiyah bir varlık oldu, esir aldı en nihayetinde sizi. Ruha melekliği yakıştırabiliyorsunuz da, şu bedenle sürdürdüğünüz yaşamınızdaki 'siz'in melek olduğunuza neden inanmıyorsunuz? Sizi kabul etmemesinden korkuyor olabilir misiniz? Ve böylece kavuşmayı uzatmayı seçiyor olabilir misiniz?

Karanlığı siz yarattınız, eğer isterseniz onu yok etmeyi de seçebilirsiniz.


Saat sabahın 4'ü olmak üzere... İki gündür(artık üç oldu) çam ağaçlarıyla çevrelenmiş bir yerdeyim. İki gündür onlara konuşuyordum ve bir de engin denize. Bu gece kendime konuşmaya başladım artık. Sizi bilmem, ben anladım derdimi. Şimdi oyunun ilk yarısı bitti. Ekrana bakıyorum, "Level Two" yazıyor. Ya tıklayıp devam edeceğim, ya da...


İyi geceler dostlarım...


(Not: Dün gece yazdığım bu postu yayımlamaktan vazgeçmiştim. Demiştim ki kendime, "Madem kendini anlamak için yazıyorsun, milleti karıştırma bu işe." Ama başkaları da okumayı seçerse, neden okumasın ki?)

(Tobias'a Not: Son şaud'unda dağıttın beni. Bu toparlanmaya başlamanın ilk adımı mı demek?)


Sevgilerimle...

Siz Kaç Kişisiniz?

|

Ben kaç kişiyim bilmiyorum. En temelde, anne, eş, çocuk, kardeş, arkadaş... ve hatta sizlerin tanıdığı Geveze Kalem... Ama ben bunlar değilim; ben 'Ben'im!

'Ben' dediğimde, beni anne, eş, çocuk, kardeş, arkadaş olarak tanıyanlardan çok daha fazla ve çok daha kendine özgü bir kişilikten bahsettiğimi biliyorum. Ama sorun şu ki, bunu diğerleri bilmiyor. Beni kendi tanımladıkları çerçevede görmeye alışık oldukları için (ki bu çerçeveyi çizenler de kendileri nihayetinde), aslında en temelde bana ait bir davranışımı gördüklerinde rahatsız oluyorlar. Çünkü o çizdikleri çerçeveye bu davranış biçimimi kodlamamışlar.

Velhasıl karmaşık birçok cümlenin özü şudur ki; ben, onlarca, yüzlerce parçaya bölünmüş bir aynayım. Sizdeki parçama bakıp, beni o sanıyorsunuz.


Bunu ben de başkalarına yapıyorum, bile bile. Sanıyorum ki kızdığım, sevdiğim, beğendiğim, eleştirdiğim o insanların tüm bu davranışları sadece kendilerine ait. Halbuki ne de iyi biliyorum elimdeki bir parça aynaya baktığımı... Kızdığım, eleştirdiğim, üzüldüğüm davranışlar gördüğümde o aynaya bakıp "ayna ayna güzel ayna, söyle bana ne anlamam gerekiyor bu durumdan?" diye soruyorsam da, ayna hep suskun kalıyor. Ama güzellikler karşısında, bir ucu bana dayanan sözleriyle bülbül gibi şakıyor.


Ben aslında bunları yazmayacaktım. Akıl almaz bir şekilde hızlı geçen şu hafta, binbir parçaya bölünüp, binbir işi halletmek zorunda kaldığımı, halledemediğim daha binlerce işin beni beklediğini, yarın akşama kadar tüm bunları halletmek zorunda olduğumu ve cumartesi sabahı itibariyle deniz, kum, güneşe kavuşup, tam tanımıyla 'malak' gibi yatmak istediğimi ve 1 hafta boyunca yalnızca dinlenen adam kişiliğimi yaşatmak istediğimi söyleyecektim.:)

Görüşmek üzere...

Gece

|

Geceler beni sevdi, epeydir. Oğlumun doğumuyla başlayan eksik gedik uyku hâli, standarlaştı artık hayatımda. Sanıyorum son üç yılın ortalaması 5 saati geçmez. Önceleri pek bir uykucuydum ben, ama artık uykusuzluğun tadını keşfettim. Uykusuz kalmayı seven kaç insan tanıyorsunuz?:) Beni listenize ekleyebilirsiniz hemen. Ödül gibi bir şey bu, nasıl sevmem ki? Hayat en güzel sürprizlerini gecede saklıyor bence. Gündüz karmaşasında hayat uğultu halinde akarken, kaçırdığımız ne çok detay varmış meğer. Gece bunlar tek tek, katıksız yankılanıyor sessizlikte.

Bazı geceler öyle sessiz oluyor ki, nefes bile yankılanıyor sokakta. Tek bir yaprağın titreme sesini duyabiliyorsunuz neredeyse. Köpeklerin dilini keşfediyorsunuz mesela; nefes alışverişlerinden heyecanlarının sebebini anlıyorsunuz bir süre sonra. Ha bir de arabalar var; sadece seslerinden markalarını tahmin edebiliyorsunuz. Duyduğunuz ayak sesleri de öyküler taşıyor size; birini kapılıp gidiveriyorsunuz. Gece boyu o öykü, gerçek bir yaşam gibi canlanıyor gözünüzde. Karşıdaki marketin soğutucuları saat gibi işliyor; ne zaman susup, ne zaman çalışacağını biliyorum artık. Komşu binalar da ayrı bir detay konusu; hiç tanımadığım, görmediğim insanların kaçta yattıklarını bilir oldum.:)))

Çoğunlukla en sessiz saatler 03:00-04:00 arası oluyor. Öncesinde geceyi sabaha devirenlerin, sonrasındaysa sabaha erkenden merhaba diyenlerin sesleri dolduruyor sokağı. Ama 3'le 4 arasında bir ben kalıyorum yalnız başıma. Birilerinin daha benim gibi o saatte uyanık olduğunu bilmek istiyorum böyle zamanlarda. Kimse beni o saatlere kadar zorla tutmuyor ama her ne işle meşgul olursam olayım, birilerinin daha benim gibi çalıştığını, uğraştığını ya da sadece geceyi dinlemek için ayakta olduğunu bilmek, işe ve geceye daha keyifle tutunmamı sağlıyor.

Üniversite yıllarında sınav zamanları aynı evde sabahlara kadar ders çalışmak gibi... Keşke böyle biri daha olsa yanımda diyorum, konuşmak şart değil, ona sadece "kendime kahve alacağım, sen de ister misin?" diye sorsam yeter.


Bazen, tüm bunlara ve işe dalmış düşünürken, kuşlar çağırıyor beni. Koro hâlindeki sesleri kulağıma çalınmaya başladığında, kafamı hemen pencereye çeviriyorum. Günün o en sevdiğim alaca renginin dalga dalga aydınlanmasını izlemek ne doyumsuz bir keyif. Nedendir bilmem "birileri göremedi bu gündoğumunu, ve bir daha hiç göremeyecek," diye düşünürken buluyorum kendimi. Tadına daha çok varmak için olabilir mi acaba?


Velhasıl sevgili dostlar, geceler güzeldir. Bunu fark ettiğimden beri daha çok zaman geçirir oldum gecelerde. Geceler de beni sevmiş olmalı ki, kendimi huzurlu hissetmem için türlü güzellikler sunuyor bana. Hele içlerinde bir güzellik var ki, başka hiçbir şeye değişmem. Belli aralıklarla girip yokluyorum odasında. Gündüz saatlerinde cıvıl cıvıl sesine doyamıyorum ama gecenin sessizliğinde büyüyen o ıslık gibi horlamasını, derin soluklarını yalnız geceleri duyabiliyorum biricik kuzumun. Sonra da çoğu kez kokusuna dolanıp, dalıyorum uykuya. Bu gece de böyle yapacağım, biliyorum. Ama şimdi gidip bir kahve alacağım kendime, gecenin keyfine varacağım. Siz de ister misiniz? Siz de geceye eşlik edenlerden misiniz?

Martı

|


Bir martı havalandı,

.............................tam 35 yıl önce bugün,

....................................................'yeni hayat' limanından.


Gündoğumunda çıktı yola,

.......................................uçtu, uçtu, uçtu,

...........................................seyreyledi dünyayı iki kanadının gölgesi altından.

Gördüklerini tel tel dizdi tüylerine,

.....................................................kimi ak, kimi kara

........................................................................alacalarsa varla yok arasında

Zaten ne gördüyse ya 'var'dı, ya 'yok'tu aslında

.................................................................gerçek yalnız perdenin öbür yanında.

Bir martı havalandı tam 35 yıl önce bugün,

.....................................................kimi gördü süzülürken havada,

..........................................................................kimi duydu çığlıklarını

....................................................................................kiminin avcuna kondu bir tüyü

.............................................kimininse ılık bir rüzgâr bıraktı yanağında


Bir martı süzülüyor şimdi 'Sema'da,

.........................güneşin en parlak ışıklarının altında

...............................................günbatımına yarım gün kala.


Bir martı kanat çırpıyor,

........................bu en güzel çağında...


Hey Gidi Merkür! :)

|

1 haziran 2009... Ayın ilk günü, haftanın ilk günü, yaz mevsiminin ilk günü... Yeni bir şeylere başlayabilmek için ne kadar güzel bir gün, özellikle biraraya toplanmış gibi...

Buna benzer satırları geçtiğimiz sonbaharın ilk günü de karalamıştım bloguma, bu yazıda. Hatta o yazı şöyle devam ediyordu: "Epeydir tekleyen bilgisayarım meğer ciddi ciddi hastaymış. Yatırdık hastaneye çaresiz. Doktorlar bunca sürenin üstüne hâlâ 20-25 gün yatacağını söylüyor. 'Off'lamaktan başka yapacağım bir şey yok bunun üstüne.
Dolayısıyla bir boşluk içindeyim bugünlerde. Emanet bilgisayar bulur bulmaz atlıyorum hemen. Ama bu da çok tatmin edici değil açıkçası. Başkasının mutfağında yemek yapmaya çalışmak gibi; zevksiz ve zor! Elini attığın an tuza, bibere ulaşamamak gibi...
"

Tarih neden böyle manasız bir meselede tekerrür eder, hiç anlamam. Şaka gibi valla; ayın, haftanın, yeni mevsimin ilk gününde, yine bilgisayarımın bozuk olduğu haberini duyuracağım. Ama bu kez hasta falan değildi, hatta en son hastane ziyaretinden çakı gibi çıkmıştı. Bu kez tek suçlu MERKÜR! Bunu da Burcu'dan öğrendim, öyle yazıyordu bu yazısında. Hatta yazıda verdiği linkte, "bu dönemde bilgisayarlarınızın back-up'ını alın yoksa tüm bilgilerinizi kaybedebilirsiniz" cümlelerini okuduktan sonra eğer acil olarak dışarı çıkmam gerekmeseydi hemen tavsiyeyi uygulayacaktım. Eve döndükten sonra halletmek üzere bilgisayarımı kapayıp, geri dönüşte ne denersem deneyeyim açamadım.:( Şimdi haftanın, ayın, hatta yazın bu ilk gününde yine emanet bilgisayardan, diğer benzetmemle 'emanet mutfak'tan yayın yapıyorum.

Hey gidi Merkür! Daha düne kadar benim için oğlumun en sevdiği ikinci gezegen oluşundan başka bir anlamın yoktu. (Tatürn(Satürn)'den sonra.:)) Eh artık ününü de duyduk, 'büyüksün ağbiii' muamelesi göstereceğiz demektir.

Hayır bi'şey değil ne zamandan sonra yeni yeni ısınma turlarına çıkmaya başlamıştım, yeni postlar yazıyor, blog ziyaretleri yapmaya başlıyordum.

Post fotoğrafına gelince;

Bir-iki haftayı hızlı bir tempo içerisinde geçirip, sonra kuma, güneşe, denize gömüleceğim bir tatile çıkacağım. Mümkünse gideceğim yerde fotoğraftaki renkleri bulayım. :)

Buradan da çıbanbaşı Merkür'e seslenmek istiyorum:

Sevgili Merkür, lütfen o zamana kadar ne yapacaksan yap, keyifle ve huzurla geçireceğim tatilime mani olma! Saygılarımla...


Bana Bir 'Şeyhler' Oluyor! :)

|

Hayır efendim, bahsettiğimiz şey Yılmaz Erdoğan'ın bir oyunu falan değil, tamamen kişisel (biraz da ülkesel :P) bir anlatı olacak bu. İlginizi çekmezse diye uyarayım.

Bana sahiden bir şeyler oluyor şu sıralar; gaipten sesler falan duymaya başlıyorum.:) Korkacak bir şey yok, delirmiyorum, cinler falan da üşüşmüyor tepeme, merak etmeyin. Hatta bu yazı yoluyla size de bulaşacağını falan düşünenleriniz varsa, abartmasın lütfen.:) Sadece çok eğlenceli bulduğum sürecimi paylaşmak istedim sizlerle.

Mesela geçen gece (yanılmıyorsam 3:30 falandı) tam kafamı yastığa koydum, içimi çoook rahatlatan bir ses tam olarak şu cümleyi söyledi: "Eğer böyle düşünmeye devam edersen, tüm sorularının cevaplarını bulacaksın!"
İnsan bazen içinin sesini duyar ya, bu ses öyle bir ses değildi. "Nooluyo leyyn!" diye kafayı kaldırıp, karanlıkta adamın birini arandım resmen.

Benim karanlıkla ilgili tavan yapmış korkularım vardı bir zamanlar. Hatta geçmişte bu konuyla ilgili şu yazıyı yazmıştım. Ama sanki inat gibi, o yazıyı yazdıktan sonra karanlık korkum yeniden alevlenmişti.(eskisi kadar olmasa da...)

Sonra spiritüel mevzuulara daldıktan sonra(!) karanlık benim için eğlenceli bir alan haline gelmeye başladı.:) Daha da ironik olarak, karanlığı sevdim! Çünkü karanlıkta kendimi daha kolay tanıyabildiğimi, kendimle daha kolay yüzleşebildiğimi gördüm. Ve nasıl kabullendim bilmiyorum, karanlığın beni ruhsal anlamda ileriye götüreceğine inanmaya başladım. (Bu cümleden sonra delirmeye başladığımı düşünenlerin sayısı artacak kanımca.:P)

Gelgelelim geçen geceki şu sese... Normal koşullarda gece yarısı bu kadar net bir şekilde bir ses duyan kişi korkar aslında değil mi? Ben çok heyecanlandım!:) Nasıl desem, mutlu oldum. Kendimi normalin tersine güvende hissettim. Ama cümle kafama çok takıldı. Bir kere ben o anda hiçbir şey düşünmüyordum. Zaten uykusuzluktan bayılacak gibiyken, yastık burnumun dibine girmiş, kafa usul usul yumuşacık gömülmüş, adamda bir şey düşünecek hâl mi kalır? Pat diye dalarsın rüya alemine. Ama bu cümlenin bir anlamı olmalı; "Eğer böyle düşünmeye devam edersen, tüm sorularının cevaplarını bulacaksın!" Bundan daha "Yürü be koçum!" motivasyonu sağlayacak bir cümle var mıdır?

Tabii tüm olan biten bunlar da değil. Mesela çok rüya görürüm ama karesi karesine hatırladığım rüyalar çıkmaya başladı bugünlerde. En son, doğuma 10 günü kalan arkadaşımın tıpış tıpış doğuma gittiğini gördüğüm gün, birkaç saat sonrasında doğurduğu haberini aldım. Oysa rüyayı haber vermek için aradığımda sesi çok iyiydi ve hiçbir ağrı sızısı yoktu. Bunun gibi daha pek çok rüya var...


Düşünüyorum da keşke bu halimle Danıştay Başkanı olsaymışım. Belki o zaman ben de hukukun üstünlüğüne inanan ülkemin düşünü görürdüm. Diğer rüyalarımda olduğu gibi bu da gerçekleşirdi belki. O zaman kürsüye çıkar, müjdeli geleceği duyururdum;


Hatıra Sandığımdan Çıkanlar...

|
Neden geçmişe ait detayları unutmamak için, bir sürü işe yaramaz şeyi biriktirmeyi seçer bazı insanlar?
Ben onlardan biriyim. Ve o işe yaramaz şeyler her gün ışığına çıktığında, "Aaaa!" nidalarıyla gülümsetmekten başka bir şey katmamıştır bugüne kadar bana. Ama yine de onlara tutunmayı sürdürüyorum. Kıyamıyorum 'çöp' diye adlandırmaya.
Dün annemde yıllar önce bıraktığım üç koca koliyi, birkaç saat içinde üç küçük poşete sığacak kadar ayıklamayı başarabildim. Sakladığım kimi şeyleri çok akıllıca bulurken, kimilerine hiçbir neden bulamadım. Ben mi değiştim yoksa zaten onlar mı önemsizdiler?
Eve getirip -eşimin değimiyle- evdeki çarçöp kutularıma yerleştirdim bir kısmını. Ve bu kez geçmişe ait yeni detaylar yığıldı önüme. Bunlardan bazıları...


Bu dedemin hüviyeti.(!) Üzerinde 1946 tarihi yazıyor. Hangi zaman, nereden bulup da sandığa attım hiç bilmiyorum. Ama bunun bende olması beni mutlu ediyor.

Bu da annemle babamın nikah davetiyesi. Bir örneği daha yok kimsede. Bu da yalnız benim sandığımda duruyor. Benim için önemi bir yana, çok da zarif bir davetiye tasarımı olarak buluyorum.


Bu mektup ilkokul 3. sınıftayken anne ve babama yazdığım bir mektup.:) Okuyamayanlar için metnin aslı şöyle: "Kıymetli anne ve babacığım. Çiçeklerden biri kıymetli annem, biri de canım babam. Üzerine yazı yazdığım çizgiler de, küçük, mutlu ailemizdeki mutlu kişilerin yaşayacağı yıllar. Ben bizim ailemizi, daha doğrusu kişilerini bir şeye benzetiyorum. Ablamla beni, çiçeğini yeni açmak üzere olan gül tohumu, sizi de yani babamla seni kıpkırmızı, renkli açmış olan güle benzetiyorum. Sevgili anne ve babacığım, sizleri o kadar seviyorum ki, yanınızda olmama rağmen sizlere mektup gibi bir şeyler yazdım. (Sakın gülmeyin.) Yavrunuz (tohumunuz) Sema..." :)))))))))))



Bu da yanılmıyorsam üniversite yıllarımda annemin bana yazdığı bir not. Ne iyi yapmışım saklamakla...

Bu oldukça yeni denebilecek tarihlere ait bir hatıra. 2003 yılında doğu bölgelerine yaptığım gezide, bomboş bir toprak yolda bulmuştum bunu. Bir adres yazılmış, buna itirazım yok ama neden kişi ismi "Mehmet Kızı ..." olarak yazılmış pek anlayamadım. Kadının zaten soyadı var...



Bu da yine yenilerden, Atina Olimpiyatları'ndan iki bilet...


Bu bilet de Haydarpaşa-Gebze hattı tren bileti. Tarih oldukça eski 12 Nisan 1989... Tam 20 yıl...



Bu da üniversiteye başladığım sene 6 kişilik bir ekip olarak çıktığımız inter rail turundan biletler. Hayatımda yaşadığım en ilginç gezi olduğunu söyleyebilirim. Bu kadar sefillik çektiğim başka gezi olmamıştır herhalde.:) Uygun bir zamanda bu gezinin ilginç detaylarını da not etmek istiyorum.



Bunlar da yine eski tarihlere ait çeşitli ülkelerden paraların bir bölümü. Ne işime yaradığına dair hiçbir fikrim yok. Ama atamıyorum yine de. Eğer koleksiyon falan yapan biri varsa, söylesin göndereyim.:)




Bu kağıt parçasının oldukça tuhaf bir anısı vardır. Lise yıllarında kendime yaptığım bir alfabem vardı. Kimsenin anlamasını istemediğim yazılarımı bu alfabeyle yazardım. Bir gün yazdığım bu yazıyı okumak isteyen bir arkadaşıma, nasılsa okumayı beceremez diye verdim. Ama daha dakika dolmadan birkaç kelimeyi çözdü. Ben de hepsini çözer diye korkup, yırttım. Çöpten bunları bulup yapıştırmış ve metni çevirmiş. Yanına çeviri kağıdını da ekleyip, masama bıraktığı zamanı unutamam...:)


Bunlar sadece elime gelen birkaç tanesi. Bunca detay neden, inanın hiç bilmiyorum. Ama yeniden karşıma çıktıkları için mutluyum. Çünkü ne zamandır soğuyan kalemimi ısıtmam için bahanem oldular.
En son yazdığım yazıdan sonra bir daha hiç bu bloga uğrayamayacakmışım gibi geliyordu. Bazı şeylere -tıpkı bu hatıra parçalarında olduğu gibi- fazla anlamlar yüklüyorum sanırım. Alt tarafı bir blog, yazarsın ya da yazmazsın en nihayetinde. Ama sanki benim için Geveze Kalem şahsına münhasır biri olmuş ve ona uğramazsam dostluğumuz yitecekmiş gibi düşünüyorum.
Bir de;
Epey zamandır kahvemi yalnız içiyordum. Artık sizlerle içmeye hazırım. Kahvenizi nasıl alırdınız?:)

Bol köpüklü, şekerli günler dilerim...

Hiç İstemezdim...

|

İstemezdim böyle olsun; kalem küstü elime. Belki makasla aldattığım içindir onu.

Ama suçlu ben değilim, kalemim ne zaman görmezden gelmeye başladı beni, işte o zaman hep yakınımda duran makas sırnaşıverdi elime. Sonra bir gün bir baktım kalem kaçıp gitmiş, boşluğunu doldurdu anında makas.

İstemezdim böyle olsun...

İsterdim ki kalemimle makasım dost olsun.

Olmadı.

İnsan hep aynı insan; elinde ne varsa, kim varsa, yontmaya kalkıyor istediği biçime. Aşklarımızı bu yüzden yitiriyoruz, evliliklerimiz bu yüzden bitiyor, dostlarımıza bu yüzden sırt çeviriyoruz, çocuklarımızla bu yüzden didişiyoruz, ailemize bu yüzden kırılıyoruz... hep, istediğimiz gibi OLMUYORLAR diye.

Ben de yaparım bunu, e insanım, hatalarım var elbet. Bilmek yetmiyor bazı şeyleri, mesele uygulayabilmekte. Engin gönüllü olabilmekte. Olamıyoruz çarçabuk sihirli bir değnekle.

Yine yapıyorum, yine... Kalem düştü ya elimden, kaçtı ya benden uzağa, cup diye oturuverdi ya makas, kaleme kırgınlığımı makasa yüklüyorum; makasım kumaşlara öyküler yazsın istiyorum. Oysa ne de iyi biliyorum makasın sadece kesebileceğini...

Hep aynı hatayı yapıyoruz; biri elma diğeri armut! Ama biz elma yerken armutu, armut yerken elmayı özlüyoruz. İkisi de birbirine benzesin istiyoruz. Ne elmadan, ne armuttan kendilerine ait o eşsiz tatları alamadan yaşıyoruz.

Hiç istemezdim böyle olsun;

İsterdim ki hayatıma giren herkesin, her şeyin kendine özgü o bambaşka tatlarına doyayım. Hiçbirinde diğerinin verdiği mutluluğunu aramadan, sadece o 'şey'le yaşayabileceğim eşsiz duyguyu yaşayayım. O zaman ne ben kimseye (bir şeye) küserdim, ne de onlar bana.

Kalem bana küstü diyorum ya, haklıdır belki de aslında. Onun bana verebileceğinden çok başka bir şey bekledim. Şimdi de bunu makasa yapıyorum.

Değişmeliyim.

Yol uzun...

Rizgara Koşan İnsan

|


Hiç dinmeyen rüzgar olur mu?


Ya hiç durmayan yağmur? Kar?


Fırtına en uzun ne kadar sürebilir ki?


Hiç bitmeyen gün, aydınlanmayan gece var mıdır?


Ya bulutlar? En çok ne kadar kalır tepemizde?


Güneş, en fazla ne kadar yakabilir?



İyi olan da, kötü olan da hep geçici.



Hem biliyor musunuz, 'kötü' diye tanımladığımız, kötü sandığımız ne varsa, onlardır bizi törpüleyen. Yana yana 'kendi' olur insan.


Bir kayanın en güzel yeri, yıllarca, hatta asırlarca aynı yerden rüzgarı, suyu yiyip de, yumurta gibi parlayan pürüzsüz yeri değil midir ki? Ayna gibi pırıldar. Önüne geçeni yansıtır.


Kaya gibi olmak lazım; gelen ne varsa kabul edip, milim milim, tane tane, hücre hücre dönüşmek, en sonunda tozu toprağı silkelenip, ayna gibi parlamak, yansımak lazım.


Bunu içimizdeki ÖZ biliyor olmalı. Yoksa neden rüzgara doludizgin koşalım ki?


Biz koştukça rüzgar daha deli esiyor,


Biz koştukça yağmur daha hızlı çarpıyor,


Biz koştukça daha da kavruluyoruz güneşte,


Biz koştukça daha çok acıtıyor dünya dikeni canımızı.



İnsan koşuyor; tüm çekirdeğini bir an evvel yumru yumru parlatmak için koşuyor. İçindeki öz bunu biliyor.


Özü biliyor bilmesine de, bilinci her şeyi daimi sanıyor;


Sanki rüzgar hiç dinmeyecek,


Yağmur hiç bitmeyecek,


Gece asla aydınlanmayacak SANIYOR!



Çünkü ruhu, kaybetme korkusuna demirlemiş bir kere, hayatının hep yoksun bırakılmayla tehdit edildiğini sanıyor.


İlk ne zaman yaşamaya başladık bu duyguyu?


Hangi birimiz aç kalacağımız korkusuyla doğduk ki bu dünyaya? Daha ilk avazda, anamızın bedava, karşılıksız sütüyle geldik; yiyeceğimiz, içeceğimiz, ilacımızla geldik.

Peki ne oldu da değişti insan? Ne zaman 'yok'u tattı ilk? İlk ne zaman düştü gözlerinden kaybetmenin gözyaşları?

Neden bu yaşlar, kristal kristal hırs pırıltılarına döndü gözlerinde ışıldayan?

"Hırs, intikamın çalışkan yüzüdür," yazmışım bir zamanlar bir yerlere. Kazanma hırsıyla neyin intikamını alır olduk?


Ne oldu da, yoksun kalmamak için rüzgara, fırtınaya, sele, yangına doludizgin koşar olduk sevgili insan?

Ne oldu da, yanımızdaki açın haline düşmemek için, onun önündekini bile çalar olduk?


Ne oldu da, biz çaldıkça fakirleştik, farkına varmadan ne çok şeyden yoksun olduk?



Hey İnsan,


Biz ne zaman ruhumuzu zincirleyip, insan bedeninden elbiseler olduk?

Kayıp İlanı !!!

|
"Ankara ili, Çankaya ilçesi, Dikmen semtinde bulunan okulumuz Şibhanettin Uzunkavakoğlu İlköğretim Okulu'nda yapılan 29 Mart yerel seçimlerinde, seçmen oylarımızın doldurulduğu çuval kaybolmuştur.
Görenlerin, duyanların, bilenlerin insaniyet nâmına Yüksek Seçim Kurumu'na ya da canları nereye istiyorsa bildirmeleri önemle rica olunur."
:PPPP

Canım Türkiye'm, canım Ankara'lım, siz beni güldürdünüz Allah da sizi güldürsün. :)))
Yıl 2009, hâlâ millet aya, biz yaya...heyt be!

(Buyrunuz, haber burada.)