Geç de Olsa...

|
Bir kadınlar günü daha geldi geçti. Elim, dilim bağlandı hiçbir şey diyemedim. Oysa, "kadınlar en az üç çocuk doğurmalı," diyen başbakana inat, çok şey yazasım, çok şeye sövesim vardı. Hiçbirini yapamasam çizecektim, öyle karar vermiştim. Gel-geç sebepler elime ayağıma dolandı, yazamadım.

Birkaç gün öncesinde Sevgili Yıldız Yağmurları'yla bir öyküm üzerinde yazışıyorduk. Okumak istediği ve bir türlü kendisine ulaştıramadığım bir öyküydü bu. Eski Cd'lerimi, çıktılarımı tarayıp bir türlü bulamıyordum. En nihayet bugün buldum, ulaştırdım kendisine. Sonra oturup okumaya başladım. Kadınlar günü için söyleyemediğim çok şeyi bu öyküde söylemiş olduğumu fark ettim yeniden. Epeyce uzun bir hikaye. Bilirim, uzun postlar çoğunlukla okunmaz. Hele ki bu kadar uzunu hiç okunmaz.:) Ama yayınlarsam, kadınlar gününü ıskalamamış olduğumu düşünerek huzur bulacağıma inandığım için, yayınlamaya karar verdim.
Bir diğer nedeni de; sanal ortam bazen, evinizde her an elinizin altında bulunan bir kutudan daha emniyetli olabiliyor kıymet verdiğiniz belgeleri saklamanız için. Olur da yine kaybedersem diye, uzunca da olsa bir not düşmüş oldum bloguma...


SICAK
1.BÖLÜM
Hangi aralıktan sızdın hayatıma, hatırlamıyorum. Neremde gizliydi bu kapı, bunca yıldır bilmediğim? Her şey senin çabanla mı gelişti, yoksa içimdeki saklı ‘ben’ mi verdi bu vizeyi sana? Farkında olmadan davetkar mıydım? Hayır, bu kadarı olamaz. Belli ki tedbirli değildim. Ummadığım yerden çıkagelmiştin, hiç beklenmediktin. Zaten yıllarca bu hep böyle olmamış mıydı? Neye karşı gardımı alsam, hep aksi yönden yememiş miydim tokadı?
Hiç düşünememiştim, senin gibi birinin ilk ilmeğimi çekeceğini. Sökülmüştüm işte! Bir ters bir düz örgünün, ortaya yığılmış karmaşık, titrek ip yumağıydım şimdi.
Zayıflıklarım vardı ve korkularım. Başkalarının göreceğinden endişe duyduğum takıntılarım, farkına varmaktan korktuğum yalanlarım vardı. Sahte ‘ben’im için yaşadığım bir hayatım ve kendimden, diğerlerinden saklamak zorunda olduğum gerçek bir ‘ben’ vardı içimde, beni yoran.
Beynimin içinde sürekli fısıldıyordu bu ‘ben’; ‘’Beni ancak ilk açığına kadar saklayabilirsin?’’
Hissediyordum. Gerçekten bir açık versem gerisi gelecek, bunca yıldır titizlikle ördüğüm kozam bir anda yırtılıverecekti. Hazır değildim.
Tedbirlerim, ‘paronayaklık’ sınırına dayanır olmuştu artık bu savaşta. Başarıyordum çoğu kez ama gereğinden fazla yoruluyordum. Kolay bir savaş değildir bu, haliyle. ‘Paronayaklık’, titizlik ister, binlerce ince hesap içinde boğulmak, detayları ‘kırk yarmak’ ister. Her zaman hazır olmak, uyanık kalmak, enerjik durabilmek ister. Kuşkuyu korumak, beslemek ister. Ne de olsa paronayağın kılavuzudur kuşku.
Her daim başarılı bir ‘paronayak’ olarak hazır bulunuyordum da, heyhat, yine de beni buluyordu beklenmedik silleler. Yeterince hazırlanıyordum oysa. Doğrularımı o kadar uzun tecrübelerden sonra oturtuyordum, kendimi o kadar sıkı koruyordum ki, hiç önemsemediğim bir el hepsini altüst edebiliyordu.
O, içime sızdığından kısa bir zaman sonra en nihayet anlayabilmiştim, aslında hiç umulmadıkların önemsenmesi gerektiğini. Hala onun gibiler yüzünden varlığını sürdürebiliyordu belki de içimdeki ben. Çünkü ancak umursamadığım onun gibilere karşı sıkı tedbirleri bir kenara bırakıyor, iplerimi biraz olsun gevşetebiliyordum. Bu daha nereye kadar sürecekti? Çok yorulmuştum. Bir perdenin iki yanında, iki karakterle yaşıyordum; oyun sahnelenirken perde önünde bir masal prensesini, bitiminde arkada, savaştaki kayıp kadını.
Korktuğum olmuştu en sonunda. Önemsemediğim onun gibi biri, kendi kendimi mercek altına almamı sağlamıştı. Kulak vermeye başlamıştım bir süre sonra içimdeki baki ‘ben’e. Ve yırtılmıştı kozam, çözülmüştü ilmeklerim, açılıvermişti perde, ben tam da arkasındayken, titrek bir ip yumağı halinde ve çırılçıplakken.
O kim mi? Hayır, bir erkek değil. Bir kadın. O, Saniye. Adı Saniye. Adı gibi isabetli Saniye, ne kadar da vakitli girdin hayatıma.
2.BÖLÜM
Beş yıldır falan evliydim. ‘Falan’ diyorum, çünkü bizim evliliğimizde yersiz kutlamaların önemi olmamıştı hiç. ‘’Dört yıl, altı ay, yirmi yedinci günümüzü doldurduk’’la başlayan cümlelere yer yoktu hayat akışımız içinde. Neden yeni evlilerin ‘’Aaa, siz daha yenisiniz’’ diye manalı manalı küçümsendiğini, uzun zamandır birlikte olanlara da ‘’Vaay, demek o kadar oldu, ha?’’ diye gıpta edildiğini pek anlayamayanlardandık. İçi sadece zamanla doldurulmuş bir evliliğin gıpta edilecek ne önemi olabilirdi ki? Biz sadece ‘şaşıranlar’dandık. Bir çoklarının bunu maharet sanmalarına ‘şaşıranlar’dan.
Evliydik ama ‘özgür’dük biz! Sadece, birlikte yaşamayı seçmiştik. İki özgür birey olarak aynı evde varlığını sürdürebilen ender kişilerdendik. Birbirimize, zaman zaman destek olmaya çalışmak dışında, önemli bir müdahalemiz olmazdı. Karşılıklı verdiğimiz kararlara saygı duyar, yalnızca öncesinde yorumlarımızı titiz bir dille belirtirdik. Birbirimize, kazandığımız paradan, diş macunu seçimine, çalışma alanından, uyku ve yemek düzenine kadar hiçbir konuda müdahele etmezdik.
Diyorum ya ‘özgür’dük biz! Herkesin seçimi kendisini bağlardı. Asla seçimlerimizi sorgulamazdık. İkimiz de olgun insanlardık. Evlenerek birbirimize analık, babalık yapmaya hiç niyetimiz yoktu. Yeterince bilinçli iki birey olduğumuza göre, kararlarımızın sorumluluğunu da yalnız başımıza üstlenebilirdik. Kavgayı bırak, hiç ağız münakaşamız bile olmamıştı. Birbirimize sinirle hiçbir söz söylemişliğimiz yoktu. Birlikte yapabileceğimiz her tür aktivite, eğer her ikimiz de aynı karardaysak uygulanırdı. Mesela sinemaya gitmek; eğer aynı filmi izleme kararındaysak birlikte giderdik. Diğer durumda, herkes istediği filme yalnız başına ya da dilediği bir başka kişiyle giderdi. Tatiller mi? Sanırım balayı harcinde birlikte bir tatil programı yapmamıştık. Eğer o dinlenceyi keşifte buluyorsa, yeni bölgelere doğru yol alıyor, bense yorgunluğumu yalnızca sessiz bir deniz kıyısında atmayı tercih ediyordum. Ya da ben tüm aktivitelerle dolu enerjik bir tatil arzuluyorsam, o, Kekova’daki yazlık evin bahçesinde günlerini kitap okuyarak geçirmek istiyordu.
Belli bir süredir ‘ya horlayarak seni rahatsız edersem?’ korkusundan çoğu kez kendi odasında uyumayı seçiyordu. Sevişmelerimiz mi? Sanırım tek ortak kararımızı bunda uygulamak zorunda kalıyorduk. Bunun da kuralları vardı tabi; öyle kimse, kimsenin yatağına elini kolunu sallayarak giremezdi. Önce deneme yanılma yöntemiyle bir ‘test’ uygulanır, sonuca göre hareket edilirdi. Çok uygar, saygılı ve özgür bir çifttik biz, çok!
Ama yine de, o zamanlar adının sadece ‘yetmezlik’ olduğunu sandığım şeyin sebebini aramıyor değildim. Görünürde yeterince tatmin olduğum yaşam biçimim içinde, ‘birşeyler yerine oturmuyor’ duygusu, arasıra bilinçaltımdan çıkıp nefes almaya çalışıyordu. Adını koyamadığım bir şey eksikti hayatımda. Uyanma dönemimin ilk işaretleriydi sanırım bunlar.
Günlerden bir gün, hayatımdaki en radikal kararı aldım.
Piyasaya kazandırdığım önemli bir bilgisayar yazılım programının ardından, uzun süredir bir firmanın yazılım danışmanlığını da yapıyordum. Danışmanlığım, firmaya yüksek hız, maksimum üretim, minumum hata payı ve az sayıda insan gücüyle başarı kazandırmıştı. İşim tam anlamıyla beni yansıtıyordu, yaşama bakış açımı, prensiplerimi, disiplinimi, başarımı...
İstifa ettim!
İçimdeki yetmezliğin sebebinin iş yaşamımda olduğunu sanmıştım. Bunda biraz da, yeni teklif edilen bir çeviri işi etkili olmuştu. Evde vakit geçirmek hiç de keyiflerim arasında sayılmasa da, bir süre bilgisayarımın başında ofis kalabalığı ve teknoloji gürültülerinden uzak bir dönem fena gözükmemişti gözüme.
Evde geçirdiğim ilk haftayı hatırlamıyorum bile. Sanırım ofiste daha az telefon sesi duyuyordum. Yanlarında olsam daha az soru sorarlardı herhalde. İlk haftanın sonuna doğru yavaşça azalan telefonlardan sonra, aldığım kararı sorgulamaya başlamıştım. Aldığım çevirinin son sayfasına bakıp ne kadar sürede bitirebileceğimi hesaplar olmuştum. Bu en az üç ay sürerdi.
Daha da kötüsü hafta arası her gün temizliğe gelen kadın, eğer evde bulunacaksam bir daha gelmek istemediğini söylemişti. Çok karışıyormuşum, çok şey istiyormuşum. O, kadehleri karakteristik özelliklerine göre makinaya yerleştirmekten ne anlarmış? Ha bir de, gömleklerin renk gamına göre asılması meselesi varmış. Tiril tiril ütülüyormuş ya, daha neymiş? Un ufacık bir kırıntı mı görüyor muşum yerlerde?
Daha önceleri tüm bu işlerin nasıl yapılmış olduğunu hiç önemsememiş olduğumu farkettim. İşten eve dönerdim ve evi olması gerektiği gibi bulurdum. Hepsi buydu.
Bir daha gelmeyecekti, kararı kesindi. Ve benim eve ayıracak hiç vaktim yoktu. Ayrıca bugüne kadar hiç tecrübe etmediğim bir görevdi bu. Sabırsızlıkla bitmesini beklediğim ve enerjimin neredeyse tümünü alacak olan şu çeviri işini bitirmek istiyorsam, yeni bir görevi tecrübe etmeye ayıracak vaktim yoktu. Derhal birini bulmak lazımdı. Annem hemen bir çözüm buldu. Ona göre bu, hayatı aksatacak en önemli eksikliklerden biriydi. Kendi deyimiyle, ‘‘hemen imdadıma yetişmişti.’’ Bu, imdada yetişmek gibi değildi de başıma dert sarmak gibi bir şeydi sanırım. En azından başta öyle düşünmüştüm.
3.BÖLÜM
‘’Anne, nasıl bunu teklif edersin! Kocası hapiste olan kadından ne hayır gelir?’’
‘’Kızım, adam hapisteymiş, kadın girmemiş ya! İki tane çocuğu varmış. Haftada üç gün birilerine gidiyormuş. Kazandığı parayla geçinemiyormuş. Bana gelen kadının da komşusuymuş. Nasıl olsa evdesin, evden bir şey alıp götürecek değil ya? Birkaç gün gözlersin, sonra bakarsın bir çaresine. Yeni birini bulana kadar en azından.’’
‘’Üff! Tamam,tamam. Adı neymiş?’’
‘’Ay, ne yapacaksın adını şimdi? Dur bakayım, hatırladım, Saniye.’’

● ● ●

Güzel bir sabahtı, Saniye’yle tanışacağım o sabah. Erkenden kalkıp sporumu yapmış, küçük bahçemdeki çimlerin ortasında, güneşin doğumuna karşı yudumluyordum sıcak, sert kahvemi. Çimler hala gecenin soğuğunu taşıyordu, biraz ürpermiştim. Kenardaki katlı duran sandalyelerden birini açıp oturdum çimenlerin tam ortasına. Çok tatsız gözüktü bahçe gözüme. En son bahçıvan da bir daha gelmeyeceğini söylemişti. Çiçek ektirmiyormuşum, ağaç budatmıyormuşum. Bana bahçıvan ne gerekmiş. Takmışmışım bir tek şu otlara. Onu da uzadıkça kendim biçivereymişim.
‘’Abla, bizim işimiz sevgi ister, gül ister, diken ister. Ektirmedin ki şöyle rengarenk çiçekler bahçene? Hadi çiçeği geçtim, şöyle makas vurup heykel edeceğim ağacın da yok ki köşende. Sen hiç boya kullanmayan ressam, çamura bulanmayan heykeltraş gördün mü? İş bitiminde elimden kıymık çıkartmazsam, papatyanın, gülün, sümbülün kokusuna bulanmazsam, anlamam ki ben ne iş yaptığımı?’’
Haklı mıydı gerçekten acaba? Buranın çölden ne farkı vardı ki? Çimen çölü!
Tadım kaçtı, girdim içeriye. Bir yerlerde terslik vardı. Adını koyamadığım o şeyin eksikliğini yine duyumsamıştım işte.

● ● ●

‘’Burası mutfak, şu yan taraf bahçeye açılan salon. Bu katta çamaşır odası, bir banyo ve depo var. Üst katta çalışma ve yatak odaları bulunuyor. Ha, bir banyo da orada var. Gel, çıkalım oraya da bak. Üç, dört gündür evin hiçbir yerine el değmedi. Yani diğeri gittiğinden beri. Bu gün genel bir toparlama yaparsın. Nasıl olsa her gün geleceksin. Detaylarına yarın başlarsın. Çalışma odama girdiğimde rahatsız edilmek istemiyorum. O odaların yalıtımı özel yapıldı, süpürge sesi falan geçirmez, dilediğince çalıştırabilirsin. Her tür malzeme ihtiyacını depodan bulabilirsin. Malzemeler eksildiğinde, antredeki telefonun panosunda bir numara yazılı göreceksin, sipariş et getirsinler. Ayrıca yemek vaktine doğru yine aynı panoda ‘Berta’ diye birinin daha numarasını göreceksin, yakınlardaki ev yemekleri yapan bir restoranın numarasıdır o, yemeğini oradan söyleyeceksin. Arasıra çıkar, yoklarım seni. Sen şimdi bazı şeylerin düzenini bilmezsin, göstermek lazım sana. Mesela, kadehleri makinaya yerleştirirken... Boşver! Dilediğin gibi yerleştir. Ben en son, işi bitirdiğinde çıkar bir bakarım.’’
O ana kadar sanırım yüzüne hiç bakmadan konuşmuştum ama ısrarla gözlerini benden ayırmıyor ve sanki ona bakmam için gereğinden fazla gülümsüyordu.
‘’Peki, komik olan nedir? Niye ben bunları anlatırken sırıtıyorsun? Bu evin çok işi var diyorum sana! Bunun için biraz endişelensen iyi olur.’’
‘’.....’’
‘’.....’’
‘’ Adınız nedir?’’
Tanrım, bir tokat daha! Merdivende benden bir alt basamakta durmuş, yüzünde sakin bir gülümsemeyle bana adımı soruyordu. Sanki onca işi kendi yapmayacakmış gibi rahattı ve orada bulunmak amacı, yalnızca benim adımı sormaktı. Bu ‘ulvi’ soruyu sorma görevi için gönderilmişti sanki buraya. O, hayatıma sızmaya çalışan, hayatın benim açığımı yakalaması için görevlendirdiği bir gizli servis elemanıydı ve hemen deşifre olmuştu işte. Adımı soruyordu. Beni en sarsacak yerden geliyordu tokat. Aklıma bir anda, bu soruya karşı aldığım yüzlerce, binlerce tedbir üşüşmüştü. Hangi birini uygulamaya sokacağımı şaşırmıştım. Süre geçtikçe geçiyor, belki de cevap vermek zorunda kalmayacağımı hayal ediyordum. İfadesi hiç değişmemişti. Bekliyordu, ısrarla. Yine tedbirsiz yakalanmıştım işte.
‘’Hayır, önemliyse? Tanışalım dediydim sadece,’’ dedi ve elini uzatı, ‘‘Ben Saniye.’’ Sessizliğimi hatta durağanlığımı hala koruyordum ki, ‘‘Komik mi geldi ismim sana? Durma, söyle. Ben de çok gülerim kendime. Aman, varsın olsun. Adım değildir ya işimin aynası?’’ dedi. O an nasıl bir ansa, birdenbire elimi uzatıp, ‘’Tufan,’’ demiştim. Ama laf ağzımdan çıkar çıkmaz da, gelecek yeni bir tokadın varlığını hissetmiştim.
‘’Hayır hanımım, beyinin değil senin adını sorduydum.’’
‘’.....’’
‘’.....’’
‘’Sol taraftaki benim çalışma odam. Şimdi oraya giriyorum ve sanırım evle ilgili yeterince bilgi verdim sana,’’ derken, hızlı hızlı merdivenlerden yukarı çıkmaya başlamıştım. Koşuşturdu arkamdan, belli ki bir şey söylemek üzereydi ama ben çoktan kapıyı çarpmıştım yüzüne.
Uzun süre bilgisayarımın başında kafamı toplamaya çalıştım. En basit kelimeleri bile çeviremez olmuştum. Orjinalinde hissettiğim duyguyu çevirilere aynen yansıtamıyordum. Benim kelimelerim ölüydü, ruhsuz, soğuk. Ah, işte yine o duygu, şu eksikliğini duyduğum. Neydi bu adını koyamadığım?
O kadar usulca bir tıkırtıydı ki, kapının çalınıyor olduğunu anlamam uzun sürmüştü. Duymamazlıktan gelmiştim. Tıkırtı aynı usulluğuyla devam etti. Ne artıyor ne azalıyor, aynı aralıklarla tekrarlanıyordu. Bu kadın kesinlikle sabırlı biriydi. ‘’Direnmemelisin!’’ dedim kendi kendime. Kadın yeniydi, belki mühim bir ihtiyacı vardı. Açtım kapıyı.
‘’Evet? ’’
‘’Çok özür dilerim. Böldüm de sizi ama, yatağın çevrilmesi gerek. Yaz geldi, hala kış tarafında yatıyormuşsunuz da. Sizinki de maşallah biraz ağırcanaymış. Acaba diyorum, siz bir el tutsanız da çevirsek birlikte?’’
O kadar boş bakıyordum ki suratına, ‘’Hayır, diyorum ki usulüne göre kullanmadıkça tadı çıkmaz malın,mülkün,‘’ diye devam etme gereğini duydu.
‘’Seni, rahatsız edilmemem gerektiği konusunda uyardığımı hatırlıyorum. Sana yardım etmekle yükümlü değilim ki ben.’’
‘’Haklısın, haklısın da bazı şeyler de tek başına hallolmuyor ki. Sizler nasıl diyorsunuz hani ‘ekip ruhu’ falan diye,’’ bir an atrafta memnuniyetsiz bir ifadeyle göz gezdirdi ve kendi kendine konuşuyormuş gibi devam etti, ‘’Hoş, ekip işi kolay da ruh kazandırmak acık vakit alacak.’’
‘’Üff, tamam hadi gel, burda çene çalarak vakit harcayamayacağım seninle.’’
Bu kadın ‘ekip ruhu’ mu demişti? Tamam, genelde iş yaşamında gerekliydi ama hep bireysel çalışırdım ben. Yapabileceğimin en iyisi, ekibi yönetmek olabilirdi ki işimin tümünü kendim yaptığım için böyle bir şeye de gerek kalmazdı. Tümünü ben yapardım çünkü bir başkasıyla paylaşmak bana mutlaka yeni angaryalar getirirdi. Yanlış mı yaptı, doğru mu yaptı diye tekrar kontrol etmem gerekirdi. Bir kere olsun güven duysam, mutlaka programın işleyişinde bir yerde hata çıkardı. Diyorum ya, ne zaman ipleri gevşetsem en ağır darbeyi yerim diye. En iyisi bildiğinden şaşmamak, kişinin kendi işini kendisinin görmesiydi. Ben programı yazardım ve uygulamak başkalarının işiydi. Gerisi beni hiç ilgilendirmemişti. Şimdi şu yatağı çevirirken mi ekip oluyorduk yani?
‘’Sen ne demek istedin ‘ekip kolay da ruh kazandırmak’ falan diye?
‘’Yok ben öylesine şeyettiydim,’’ diye başladı ama küçük bir duralamanın ardından sanki mühim bir konuyu itiraf ediyormuşçasına hızla girdi yine söze, ‘’Hanımım, acık müsade var mı? evin havasını şöyle bir yenileyeyim?’’
‘‘Katiyetle hayır! Sen, bu ev bu hale gelinceye kadar bir mimarla nasıl kafa patlatıldı, biliyor musun?’’
‘’Buna mimar ne gerek? Eşyayı almışlar, olduğu gibi dayamışlar duvar diplerine. Ben bile daha iyi yerleştirirdim valla. Adam renk körü müymüş, neymiş, kendi nasıl görüyorsa öyle düzmüş senin evi de, siyah beyaz!’’
‘’Saniye, seni buraya beni eleştirmen için çağırmadım. Bence haddini zorlama. Al yatağını da kendin çevir.’’ Arkamı hızla dönüp çıkıyordum ki odadan, ‘’Yanlış anlama Tufan Hanım, evinde sıcaklık yok, onu demek istediydim. İnsanın evi yansıtır benliğini. Belki acık renk olsa, senin de için ısınacaktır amma...’’ Kalakalmıştım! Sihirli kelimeyi söylemişti! O bulmuştu! Sıcaklık. Eksik olan buydu. Ona cevap bile vermeden fırladım yine odama. Bilgisayarın başına Edison’un zaferiyle oturmuştum. Artık kelimelerime ruh katabilecektim. Belki de benim buz gibi ellerimde, buz gibi dimağımda yitiriyorlardı sıcaklıklarını.
4.BÖLÜM
Ama iş hiç tahmin ettiğim gibi kolay olmadı. Uzunca bir süre debelenip durdum. Az önce bana heyecan tattıran diyaloğu tekrarlayıp durdum yine kafamda. Olmuyordu, o anda yaşadığım şey her neyse, yansıtamıyordum yazıma. Geçemiyordum bir türlü. İyice etkisizleşmiştim. Bir şeyler atıştırmam, biraz dağıtmam gerekiyordu kendimi. Mutfağa gittim. Aslında mutfağa doğru enfes bir koku boyunca sürüklendim.
‘’Sen ne yapıyorsun burada?’’
‘’Yemek!’’
‘’Ne yemeği? Sana telefonla isteyebileceğini söylemiştim.’’
‘’Ne gerek var? Evde herşey var. İki kap pişirsem elime yapışmaz ki. Hem akşam beyin gelince yersiniz sıcak sıcak.’’
‘’Bak, biz evde pek öyle yemek falan pişirmeyiz. Kimin canı ne istiyorsa söyler getirtir. Hem ben onu, bu yemeği yemesi için zorlayamam ya? Bırak boşver, dök onları. Uğraşma boşuna.’’
‘’....’’
‘’Sen az önce sıcak mı dedin?’’
‘’Alemsiniz valla Tufan Hanım! Sıcak ya tabii. Yemeğin soğuk pişirildiği nerede görülmüş? Ama zeytinyağlı yapacaksan o ayrı. Önce sıcakkene pişirirsin, sonra da soğutup yersin.’’
‘’Bana bir kere daha ‘sıcak’ der misin?’’
‘’Sıcak. Sıcak.’’
‘’Hayır, öyle değil. Yani, cümle içinde kullandığın gibi olmuyor.’’
‘’Yanlış mı söylüyorum ki acaba? Sıcak başka nasıl denir ki? He, bizim oralarda ‘ıscak’ da denir ama ben düzelttim artık. Sıcak diyebiliyorum. Ay, yoksa yanlış mı söylüyorum?’’
‘’Off, boşver! Neyse, yemeği yap kendin ye bari. İstersen kalanını akşam evine götür.’’ Birden asıldı suratı, dudak kenarları titremeye başlamıştı.
‘’Hayır hanımım, sen yanlış anladın. Çok şükür evimizde bir kap sıcak yemeğimiz her zaman bulunur. Ben bunu sizin...’’
‘’Dur! Bak oldu işte! Sen ‘sıcak’ dediğinde, bende birşeyler uyanacak gibi oluyor. Bak, bir sorunum var, ama sana nasıl basitleştirip anlatacağımı bilemiyorum. Aslında sen ‘sıcak’ın içinde geçtiği birkaç tane daha cümle kursan, iş kendiliğinden çözülecek.’’
‘’Neyle uğraşıyorsun odanda Tufan Hanım? Sen de ki, ben de nasıl yardım edeceğimi düşüneyim.’’
‘’Bak, bir daha bana Tufan demezsen memnun olurum. Bana genelde ‘Tufi’ derler,’’ sonra kendimle konuşur gibi söylendim yavaşça, ‘’Hayatım boyunca ismimin bir günde bu kadar çok tekrarlandığını hiç duymamıştım.,’’, ‘’ Sinirleniyorum biraz, anlıyor musun? Ama sen ‘Tufi’ dersen, o da pek uygun olmaz. Sen en iyisi ‘hanımefendi’ falan de.’’
‘’Sinirin boşunadır Tufan Hanım. Sen adının kıymetini bilir misin ki? Bereket saklıdır senin adında. Bolluktur, nimettir senin adın. Hoş, Nuh Peygamber zamanında bütün karayı sular altında bıraktığı söylenir ama, onun da vardır bir hikmeti.’’
‘’İsmimin anlamını yeterince biliyorum, merak etme.’’
‘’Elbet biliyorsundur da, farketmiyorsundur. Bana göre, hayatta önce kendini sevmeyi bileceksin. Adını, soyunu, toprağını, evini, barkını da seveceksin elbet. Bunlarsız bir tek kendini sevmişsin, yarar yoktur adama.’’
‘’Tamam Saniye, ne dersen de bana. Ama şimdi bana birkaç tane içinde ‘sıcak’ geçen cümle kur. Bir elma yemelik vaktim var. Bahçede olacağım. Döndüğümde lütfen cümleleri söyle de işimin başına döneyim.’’
‘’Ama daha ne işle uğraştığını anlatmadın ki bana?’’
‘’Pazarlık mı yapıyoruz burada?’’
‘’Hayır ben... Dur sen, bu iş böyle olmayacak,’’ dedi ve sandalyenin üstüne koyduğu eşarbını çekti, bağladı başına. İnce hırkasını giydi, çantasını tutuşturdu kolunun altına.
‘’Nereye?’’
‘’Bekle, hemen geliyorum.’’
Bu kadında bir tuhaflık vardı. Çoğu insanı ilk bakışta yerleştirebilirdin hemen kafandaki çemberlerden birine. Bu kadar saat olmuştu, yer bulamamıştım onun için henüz. Tam ‘burası’ dediğimde, öyle birşey yapıyordu ki yine giriyordum düşünme sürecine.
Elmam bitmişti. Midemde hala bir kazınma vardı. Mutfağın her köşesine yayılan kokunun merkezine doğru gittim. Altı kısık ateş üstünde tatlı tatlı fokurduyordu. Rengi biraz soluk, yoğun bir şeydi pişirdiği. Kenarda küçük bir tabak içine bir tutam dereotuyla nane yıkayıp koymuştu. Evde çoğunlukla hiçbir yemek pişirilmezken, neden çöpe gideceğini bile bile bunca malzemeyi sipariş ettiğimi düşündüm. Çaresizlik içinde hissetmiştim kendimi. Kafam yavaş yavaş tencereye doğru düşüyordu. Bu neydi acaba? Kenarda duran tahta kaşığa uzandım yavaşça, kendimi bunu yaparken yakalamak istemiyordum. Kaşığı tencereye azıcık soktum ve tam ağzıma doğru götürecekken anahtar sesiyle fırlattım kaşığı yeniden yerine.
Elinde küçük bir poşetle çıkageldi.
‘’Ne o elindekiler? Nereye gittin sen?’’
‘’Bak, şimdi soru sormayacaksın. Tabi müsaden olursa. Ben sana birazdan istediğin bütün içinde sıcak olan sözleri döküvereceğim.’’
Bu kadın beni ele geçirmeye çalışıyordu. Ama şu lanet çevirinin sıhhati için kısa bir süre katlanmanın bir zararı olmazdı herhalde.
‘’Sen şimdi çık odana, az sonra geliyorum ben.’’
Binbir soru işaretleriyle itaat ettim bu sözlere. Maymuna döndürmüştü bu kadın beni. Odama çıktım ama gerisini tarif etmemişti ki, şimdi ne yapacağımı bilmez bir halde oturuyordum masamın başında.
Kapım açıktı ama yine aynı usultuyla tıklattı. Elinde bir tepsiyle dikildi karşıma. Odanın içinde bir şey ararmış gibi gözgezdirdi.
‘’Ne o tepsidekiler?’’
‘’Şu camın önündeki koltuğa oturabilir misin?’’
‘’Saniye, tepsidekileri sordum.’’
‘’Tamam, sen geç hele şu koltuğa.’’
Yine buyurgandı, yine itaatkardım. Camdan dışarıya baktım. Yan evin sahipleri bahçedelerdi. Boş evliliklerinin ürünü çocukları vızıldayıp duruyordu ortalıkta. Kadın, masada poşet içinde duran bir takım bitkilerin saplarını yoluyordu.
‘’Sana, annemden öğrendiğim çok özel bir bitki karışımı kaynattım. Bunu içince aklın açılacak ve bırak ‘sıcak’ı neyi istersen onu dökeceksin kağıtlarına. Gerçi siz artık kağıt falan kullanmıyorsunuz.’’ Odanın içinde birşey arandı, sonra bilgisayarımı gösterip, ‘’Şu meret dize de oturtuluyordu değil mi? İstersen alıver onu da kucağına. Aklına gelenleri dökersin hemencecik,’’ dedi.
‘’Sana neden güveneyim?’’
‘’Güvenme zaten. Sadece dene. Bak, öyle bir kuru elmayla karın doymaz. Yaptığım yemekten getirecektim ama yemezsin diye getirmedim. Şu kaynamış otların yanına iyi gider diye küçük bir de tost yaptım. Radyon var mı bu odanda.’’
‘’Şu karşı duvarda gördüğün bir müzik setidir.’’
‘’Radyo da çalar mı bu alet?’’
‘’Çalar Saniye, çalar!’’ Giderek sabrımın sonuna yaklaşıyordum, ‘’Hangi kanalı istiyorsun?’’
‘’Kanalını bilmem de, baştan üçüncü seferde geliyor hep.’’
Türk sanat müziği çalan bir kanaldan bahsediyordu. Yumuşacık bir kadın sesi doldurdu bir an odayı.
‘’Al, iç bir yudum bakalım beğenecek misin?’’
Bildik bir tadı var gibiydi, ama becerememiştim adını söylemeyi.
‘’Annemdem öğrendim dediydim ya,’’ diye söze başlarken usulca oturdu karşımdaki kanepeye, ‘’Aslında biz ‘anne’ demeyiz de, uyum sağlıyoruz işte buralara. Anamız vardır bizim. ‘Ana’ demediğimizde doymaz bizim ruhumuz. Ağızdan bir çırpıda, çabucak, dolu dolu çıkmak ister. Her ‘anam’ diye bastıra bastıra söylediğimizde, daha bir sıkı oturur içimize. Bizde analık buradakilere benzemez.’’ Titrekçe iç geçirdi. Camdan dışarı bakıyordu, bakıyorduk. Çocuk, renkli plastikten mini parkının tünellerinde koşuşturup duruyordu. Heyecanlı ve savruk görünüyordu. Kadının çiçekli masa örtüsünün üstündeki poşetinin içinde, bezelye vardı. Yavaş yavaş ayıklıyordu, gözü küçük kızının üstündeydi.
Ben hala elimdeki bitki karışımının neye benzediğini bulmaya çalışıyordum. Neyse neydi de fena bir şey değildi hani. Belki de odaya hakim şu usulca şarkı söyleyen kadının sesindendi bilmem ama, içimde birşeylerin yavaşça çözüldüğü hissi hakim olmaya başlamıştı.
‘’Sekiz, on yaşlarımda falandım. Dere boyunca koşturup durmuştum o gün. Dere dediysem, buralardaki gibi kurbağalı, çamurlu falan değil. Karların erimesiyle pırıl pırıl, içmeye doyamadığın su taşıyan, köylünün yalaklarıydı onlar. Buralara geldim geleli su içmez oldum. Bacım Fidan’la ot toplamaya çıkmıştık, serin de bulunca yaylayı tepişip durmuştuk bir güzel. Sonra daldır elini dereye, çek usul usul cansuyunu. Çok öyle kıpraştırmayacaksın ki elini, suyu bulandırmayasın. Üstünden inekler gibi, dibe elin değmeden içeceksin. Buz gibidir de o nimet. Biz zaten hiç öyle yapış yapış yazlar da yaşamazdık ama yanardı bazen bizim de dilimiz, dudağımız. O gün artık ne kadar tepiştiysek, ne kadar suyu çektiysek, köye dönünceye kadar çözülmüştü dizlerimin bağları. Öyle bir ateş basmıştı ki, en gölge ağaçların taze yapraklarını koparıp, dayıyordum alnıma, gezdiriyordum koltuk altlarımda, diz aralarımda. Onun soğuğunu yedikçe acık güç buluyor, iki adım yol daha alabiliyordum. Köyün içine vardığımızda bacım Fidan bıraktı beni, koşarak vardı eve. Anamı tuttuğu gibi getirdi. Ah, anam! Gelmene ne gerek, ben varırdım sana. Seni uzaktan acık göreyim, tutardım ben yine yükümü. Bir çırpıda tuttu, koynuna soktu beni. Ben hiç içki içmedim ama sarhoşluk diyorsunuz ya, herhalde bir dolu şişe içsem, varamazdım o sarhoşluğa. Serin bahçemizdeki dut ağacının altına, sedire koydu beni. Bende bir öksürük, bir öksürük. Çıktı kapıdan, geldi yanıma. Elinde bir bardak dumanı tüten bir şey. Dayadı göğsüne, içirdi usul usul. Öksürüğüm geçti, tatlı bir serinlik gezindi vücudumda. Yatırdı kucağına boylu boyunca beni, elimi dayadı sıcak, yumuşak göğsüne. Bir de tutturdu ılık ılık bir türküyü. Bir yaprak düştü dut ağacından, kuşlar doluştu dallarına. Hafif bir rüzgar yaladı geçti. Kafam gömüldü ağır ağır anamın kucağına. Kokusunu çektim içime derin derin...’’
Kadın bezelye ayıklıyordu. Çiçekli masa örtüsü vardı. Çocuk gülüyordu. Uzun, lüle lüle saçları dans ediyordu. Kadın yerinden kalktı, bahçe kenarındaki musluğu açtı. Çiçeklere doğrulttu hortumunun ucunu. Rengarenktiler. Küçük kızın ayaklarına sıçrattı azıcık. Yalpalayarak, kahkahalar içinde kaçıştı küçük kız. Sonra yine koşarak yaklaştı hortumun ucuna. Kadın bu kez baştan aşağı tuttu suyu. Kız kafasını göğe kaldırmış, yutmaya çalışıyordu yağmur gibi akan suyu. Bembeyaz, kısa, tombul bir gerdanı vardı. Kadın bıraktı hortumu, koştu, eğildi, o beyaz gerdanından uzun uzun öptü. Kucağına aldı, eve girdiler. Tostumu da yemiştim. O bitki karışımı her neyse, tostu bile yedirtmişti bana. Boş fincanımı koydum tepsiye. Karşı kanepem boştu. Saniye gitmişti. Parmaklarım bir süre gezindi klavyemin üstünde. Sonra başladım, ruhu gizli kelimeleri sıralamaya.
5.BÖLÜM
Derin bir sessizlik içinde, kanepede uyuyakalmış buldum kendimi. Yüzüm cama dönük uyumuşum. Kısa bir süre, ağzımda kalan güzel bir tadın rehaveti içinde baktım camdan öylece. Hemen sonra farkına vardım içimdeki gereksiz gevşekliğin sebep olabileceklerini. Tanrım! Ben uyumuştum, Saniye neredeydi? Kandırılmış olmalıydım. O bitki karışımı dediği şeyin içine ne koymuştu? Hızla tepsiyi arandım odanın içinde, yoktu. Yoksa soyulmuş muydum? Koşaradım evin içini dolandım. Saniye ortalarda gözükmüyordu. Korkuyla çantamı, cüzdanımı, değerli eşyalarımı yokladım. Hepsi yerindeydi. Peki ya bilgisayarım, diğer elektronik eşyalarım? Evde sorun yok gibiydi. Saate baktım, altı olmuştu. Saniye işini bitirip gitmiş olmalıydı. Boşuna telaşlanmıştım. Parasını da almamıştı. Olsun, yarın verirdim. Zaten eğer her gün gelecekse bir süre sonra haftalığa, aylığa çevirirdim. Bu kadın ne içirmişti bana? Mutfak dolaplarını büyük bir hızla arandım. Nereye koymuştu şu mucizevi bitkilerini? Yok, yok! Yanında mı götürmüştü acaba? O an, tezgahın üstünde süzgeçte duran otları gördüm. Yanında küçük bir tabak içinde dilimlenmiş limonlar duruyordu. Tufaya düşmüştüm, mucizevi sandığım bitki yalnızca bir tutam kaynamış ıhlamurdu. Elimdeki bir dal ıhlamura bakıp gülümsedim.
Telefonla aynı anda duymuştum midemden de yükselen zilin sesini. Arayan annemdi. Kadını nasıl bulduğumu soruyordu.
‘’İyi işte, fena değil. Hem nasıl olacak canım? Bildiğin temizlik işleri.’’
‘’Aman iyi, çok sevindim. Yarın da gelecekmiş, değil mi?’’
‘’Bilmem, gelir herhalde.’’
‘’Kızım, nasıl bilmem? Sormadın mı ona?’’
‘’Bilmiyorum anne, uyuyakalmışım, o da çıkıp gitmiş.’’
‘’Aaaa! Tanımadığın insan evde bırakılıp uyunur mu? Bir şey falan almamış, değil mi?’’
‘’...’’
‘’Kızım, kiminle konuşuyorum ben? Cevap versene. Almış mı yoksa?’’
‘’Almış anne, almış. Yanında bir tutam sıcaklık alıp götürmüş.’’
‘’Tufi?’’
‘’Sana bir şey sormak istiyorum anne. Sen beni hiç öptün mü?’’
‘’Sen içkiyi çok mu kaçırdın? Hem kadını yalnız bırakıp uyumuşsun, hem de bu sorular falan?’’
‘’Anne hiçbir şey içmedim. Sorumu cevaplandırır mısın lütfen, öptün mü?’’
‘’Ben mantıklı soruları cevaplandırırım kızım. Elbette ki öptüm. Soru mu bu şimdi? Her görüşmemizde öpüşmüyor muyuz sanki?’’
‘’Öyle değil anne, koklayarak, derin derin, sıcak sıcak?’’
‘’Kapatmam lazım kızım. Sen uykundan ayıldıktan sonra konuşalım istersen’’
‘’...’’
Öpmemişti tabi ya. O yüzden cevap vermek istemiyordu. Ya da hiç anlamamıştı belki.
Telefonu susturmuştum ama karnımdaki zil susmak bilmiyordu bir türlü. Hazır telefonun yanındayken çevirdim ‘Berta’nın numarasını.
‘’Berta, buyrun?’’
‘’A, evet, ben Tufi.’’
‘’Selam Tufi. Günün menüsünü sayayım mı? Yoksa beklersen istediğin bir şeyi mi hazırlatayım?’’
‘’Aslında... Ah, çok özür dilerim, şimdi hatırladım, akşam yemeğe davetliydik. Neyse, daha sonra görüşürüz, tamam?’’
‘’Tabi ki. Kendine iyi bak. Ciao!’’
Ihlamurdan yana sorun yaşamadıysam, şu ocakta duran tencerenin içindekinden de sorun yaşamazdım herhalde.
Bu kez yanılmamıştım, mantar çorbasıydı bu, sahici mantarlarla yapılanından.

● ● ●

Sayfalar dolusu çeviriyi bitirmiştim. Tahminimden kısa sürecekti galiba bu iş. Saatin kaç olduğunun farkında bile değildim. Burak? O gelmiş miydi acaba? Gerçi gelse selam verirdi herhalde. Ama o kadar yoğun çalışıyordum ki, belki rahatsız etmek, konsantrasyonumu bozmak istememişti. Küçük bir mola gevşetmezdi herhalde beni.
Evin her yeri karanlıktı, Burak’ı aranmak boşaydı. Saat on’u geçiyordu. Telesekreterde herhangi bir not da yoktu. İşi uzamış olmalıydı. Aramalı mıydım acaba? Hayır, ne o öyle takip eder gibi! Takip değil de, başına bir şey gelmiş olmasındı? Üff, annesi miydim ki ben, bu tür endişelere kapılıyordum?
Telefon tam vaktinde çalmıştı. Burak, başka bir şehire gitmesi gerektiğini, yarın akşam dönebileceğini söylüyordu. Oh, içim daha rahattı şimdi. Salonda küçük bir ışık açtım. Dünden soğumuş beyaz şarap vardı dolapta. Ella Fitzgerald’ın sesinin puslu bulutları yayıldı odanın her köşesine. ‘’Into Each Life Some Rain Must Fall’’ dökülüyordu şimdi bulutlardan. Çok tazeydi, çok ılık. Bahar kokuyordu. Buyurgandı. Kışkırtıcıydı. Daha uzun süre hapsedemedim dört duvar arasında. Çıkmak ve beni de sürüklemek istiyordu. Birlikte bahçedeydik şimdi. Bahçıvanımın burun kıvırdığı güzelim çimler üzerinde serbestçe yuvarlanıyorduk. Kesinlikle bu günler için boş tutmuş olmalıydım bu bahçeyi. Burak gelmeyecekti. Başka şehre gitmesi gerektiğini söylemişti. Gelmeyecekti. Beş yıldır falan evliydik. Aslında biz dört yıl, altı ay, yirmi sekiz gündür evliydik. Neden başka bir şehre gitmesi gerekmişti? Neden sormamıştım? ‘Özgür’dük biz! Burak gelmeyecekti, daha önceleri de sıkça yaptığı gibi. Herkesin hayatına biraz yağmur düşmeliydi. Ne zamandır sağanak altındaydım ben?
6.BÖLÜM
Büyük bir susuzlukla uyandım. Bahçe kapısı açık, öylece uyuyakalmıştım salonda. Buz kesmişti her yerim. Hava aydınlanmıştı, Saniye az sonra gelirdi. Hemen bu pozisyondan kurtarmam gerekirdi kendimi. Onun gibi bir kadının, yaşam tarzım ya da evlilik ilişkim hakkında atıp tutmasını istemiyordum.
Zil çalmadan az önce girmiştim duşa. Hesap edememiştim geleceği zamanı. Tıpkı odamın kapısını tıklattığı zamanki gibi, usulca dokunup zile, bekliyordu sabırla. Sanki bir gözü banyonun içinde beni izliyordu. Ne zaman zili duymamazlıktan gelerek biraz uyuşuk hareket etsem, yine kısacık çalarak, hatırlatıyordu varlığını.
Susmuştu en sonunda. Vazgeçmişti işte. Vazgeçirmiştim. Bana yenik düşmüştü. Ben galip gelmiştim. Kesin, dönmüş olmalıydı evine. Zaten bu gün onu hiç çekemezdim. Sıcak bir kahveden sonra tam gaz çalışmak istiyordum.
Gitmiş olduğunu bilmenin rahatlığıyla, doldurmuştum banyoyu. Gömülüp sıcak suyun içine, uzun süre bekledim iliklerimin çözülmesini.
Üstümü giyinirken farketmiştim, mutfaktan gelen tıkırtıları. ‘Burak!’ dedim kendi kendime, ilk önce heyecanla. Ama niyeydi ki bu heyecanım? Kollarına mı atılacaktım gidip? Dün gece gerçekleri görmem gerektiği konusunda karara varmamış mıydım? Belki de uzun bir süredir bildiğim ve ötelediğim gerçekler karşısında artık her ne olursa olsun uygun bir tavır takınmam gerektiğinin sözünü vermemiş miydim kendime? Ona, ‘uyuyan güzel masalı’nı dinlemek istemediğimi söylemeyecek miydim?
Ama bunları düşünürken sarhoştum, daha cesaretle düşünebiliyordum. Aslında bağımsız düşünebiliyordum. Eğer gerçekler diyorsak, bu kararı aileme açıklama gerçeği de vardı karşımda. Onlara açıklamak, böyle bir kararı almaktan daha zordu. Kendi evliliğimi sorgulamamdan daha çok sorgulayacaktı onlar. Neler söyleyip, neler düşünecek ve kimbilir ne kadar kızacaklardı bana. Babam çevresindeki kimseye benim ayrıldığımı söylemek istemeyecekti büyük bir ihtimalle. Annem de öyle tabi. Sanki örtbas edilmesi gereken bir suç işlemişim gibi davranacaklardı. Kesin suçlu arayacak ve ipi benim boynuma geçireceklerdi. Ben aile düzenini kuramamış ve toplumun afaroz edilmiş kesiminde kalacak biri olacaktım onlara göre. Yaşım kemale ermiş olsa da, en iyi eğitimleri almış, kendini yetiştirmiş, ekonomik özgürlüğünü elinde bulunduran biri olsam da, yalnız yaşamam konusunda panikleyeceklerdi elbette. ‘ Kim ne der?’ her zaman kafalarındaki soru olacaktı.
Uzunca bir süredir, yanlış giden bir şeyleri farketmeme rağmen, ilişkimi sorgulayamamamın altında yatan sorulardı bunlar. Çevremdeki herkesin görmek istediği gibi bir evlilik yaşama kaygısıyla, kendi isteklerimden, duygularımdan, hislerimden ödün veriyordum. Belki Burak bu amaç için seçilmişti, belki de gerçekten içimde bir yerlerde bana sıcak duyguları tattırdığı için, bilmiyordum. Daha bu sürecin başında bile sorgulamaya korkmuştum belki. Çünkü o bana çizilen yoldaki uygun biriydi. Onca yüksek düzeydeki eğitimimi böyle birini tanımak ve yolun devamını kotarabilmek için tamamlamıştım. Ama ne olursa olsun, daha fazla geç kalmamak, Burak’la ya da Burak’sız doğru bir yerlerde, doğru kararlarla yoluma devam etmek istiyordum. Klişe statü korkularıyla bana verilen en güzel hediyeyi, hayatımı, planlanmış bir fotoğraf karesi gibi yaşamak istemiyordum.
Burak’la yaşayacağımız süreçten korkmuyordum. Ayrılık kararını sorunsuz bir şekilde kendi aramızda uygulayabileceğimizi biliyordum. Madem özgürdük, madem aldığımız kararlara saygılıydık, kabul ediyordum işte. O, özgürce başka birileriyle, başka hayatlar yaşama kararını veriyordu, ben de saygı duyuyordum. Öyle ya da böyle, bu ilişkinin ipleri az sonra çözülecekti. Yüzümde ciddi bir ifadeyle gittim mutfağa.
‘’Saniye! Ne işin var senin burada?’’
Yaşadığımın hayal kırıklığı mı, gönül rahatlığı mı olduğunu kestiremiyordum. Mutfağa baştan çıkarıcı çay ve omlet kokusu yayılmıştı. Masanın üzerinde, hala dumanı tüten ekmek ve bilumum kahvaltılıklar duruyordu.
‘’Size de günaydın Tufan Hanım.‘’
‘’Nasıl girdin sen içeri? Bütün bunlar nedir?‘’
Yüzünde galibiyetin gururlu ifadesi vardı. Gülümsüyor ve boşaltıyordu tavadaki omleti tabaklara.
‘’Baktım ki kapıyı açmıyorsunuz, korktum ilk evvela. Dedim, hanımıma bir şey mi oldu? Çünkü uyuyor olsa kesin uyanırdı bu kadar kapı çalmaya. E, bu saatte evde olacağını da biliyorum.’’
Tabakları masaya koydu, tezgah üzerine hazırladığı iki ince belli bardağa, doldurmaya başladı çayları.
‘’Bak, biraz açık koyuyorum çayını, sinir yapar adamda. Neyse, sonra evin etrafını şöyle bir dolandım, baktım banyodan su sesi geliyor, salonun bahçe kapısı da açık. Duvarı aşabilsem bahçe kısmına varıp, girecektim yine de içeri ama, dedim gidip taze ekmek, gazete falan alayım, gelene kadar çıkar belki. Sonra da dedim kendime, kız Saniye, elinde anahtarın olsaydı ne süprüz olurdu şimdi hanımına. Tam yıkanmış, çıkmış, otursa şöyle hazır bir sofraya, fena mı olur?‘’
Çayları koydu masaya. Poşetteki kepek ekmeklerini aldı, dizdi kızartma makinasına. Hala kapının önünde, ağzım bir karış açık izliyordum olanları. Makinanın düğmesine bastı.
‘’Belki beyaz ekmek yemezsin, kızartayım acık bunlardan,‘’ dedi. ‘’Her neyse, sonra düşündüm, taşındım vardım sizin yönetime. Sordum, soruşturdum anahtarın yedeği var mıdır, diye. Adamlar akıllı tabi, sen kimsin, nesin, soruşturuyorlar ilk evvela. Dedim hatırlamadınız mı, dün geldiğimde Tufan Hanım’ı aradıydınız da, şu ufak boylusu beni götürüverdiydi eve kadar? Acık gülüştüler ama baktım yine de yetmedi, dedim ben size dün öğlencene gelip sormadım mıydı, etrafta aktar maktar gibi bir yer var mı, diye? ‘’
Ekmekler, nar gibi kızarmış bir halde fırladı makinadan. Bir yandan üfleyerek, koydu bir tabağın içine. İstem dışı yutkunmuştum.
‘’Sonra neyse ki inandılar da, yine o ufak boylusu aldı anahtarı eline, getirdi beni, açtı kapıyı, döndü yine kulübesine.’’
Sırtıma hafifçe destek vererek, oturttu beni masaya.
‘’Şeker?‘’
Ses çıkarmamıştım. Uzattığı şekerliği koyarken yine yerine, mırıldandı, ‘’Doğru, sen ona da tat katmazsın kesin.’’
Hiçbir şey söylemedim. Kalkıp bir sigara arandım evin içinde. Hayret, ne bir şey sordu, ne de kalmam için zorladı orada.
Dengemi bozuyordu bu kadın. Ama ‘çık, git!’ de diyemiyordum işte. Bir yerlerimdeki eksikliği öyle güzel dolduruyordu ki, sanırım dengemin bu kadar alt üst edilmesine ihtiyacım vardı. Şeytan azapta gerekti ne de olsa.
Sigaramı, masada yanında oturarak içmeye başladım. Bir süre öylece sessiz kaldık. Ben camdan bahçeye bakarak sigaramı içiyordum, o da büyük bir sessizlik içinde bir şeyler yemeğe çalışıyordu.
Sigaramı söndürmemle, kalktı, ‘’Soğumuştur bu şimdi,’’ diyerek değiştirdi çayımı.
‘’Tufan Hanım, hata ettim ben herhal. Kızdıysan de ki, bilip etmiyeyim bu gibi şeyleri. Ben ne bileyim, iyi olur sandıydım. Hem eve girince baktım, içki falan içmişsin dün gece. Bizim beyden bilirim, ne vakit içse öküz gibi yerdi ertesi günü.’’
Bir anda utanarak, kapattı ağzını eliyle. Ses çıkarmadığımı görünce gülümseyerek devam etti.
‘’Hoş gör, ne de olsa daha öğrenemedik bazı şeyleri. Ama sen böyle hiç ses çıkarmıyorsun ya, ne kadar inanırsın bilmem, içimin bağları çözülüyor. Hani kızsan, bağırsan belki daha iyi hissedeceğim kendimi. ‘’
‘’Niye girdi kocan hapse? ‘’
‘’!’’
Hiç beklemediği bir soruydu. Şaşırtma sırası bendeydi. Ama artık galip gelme derdinde değildim açıkçası. Gerçekten merak etmiştim. Bu kadını çözebilmek istiyordum.
Onu ilk gördüğüm zamandan beri, yüzünde hep var olan ışıltı ve sıcak gülümseme, sanki ağır çekimde kayboluyordu. Saniye saniye yaşlanıyordu sanki gözümün önünde. Omuzları düştü, bütün yüzü aşağı doğru süzüldü ve çöktü iskemleye. Yüzünü bahçeye doğru çevirdi, gözleri ıslandı.
‘’Demezsem olmaz, değil mi? Hırlı mı, hırsız mı sokarsın evine, bilmek istersin. Çok şükür, kendimden yana, çocuklarımdan yana hiç eğilmedi başım. Ama beyimden yana... Tü! Hala ‘bey’ diyorum o boyu batasıcaya! Hep böyle dedim de, bir gün öte durmadım ona hizmet etmekten. Hala çoluğumun, çocuğumun rızkını götürüyorum ona, dört duvar arasına. Hala da beğendiremiyorum ya kendimi. Onun sapı, bunun çöpü bahane buluyor yine de bağırıp, çağıracak. ‘’
‘’Saniye, eğer zor geldiyse anlatmayabilirsin.’’
‘’Zor geldi gelmesine de, anlatması değil. Bana ettikleri zor geldi. Kızım kadar küçüğün birini ‘kaçırdım!’ diye evimize getirmesi zor geldi.’’
‘’Ne diyorsun!‘’
‘’Üç, beş gün kaldılar evde. Dili kopasıca, bir de ‘seviyorum’ deyip durdu boyuna. Dedim, şuncacık velet sevilir miymiş? Sapıksın sen, dedim. Bu gün buna yan gözle bakan, yarın kendi kızına bakar, dedim. Dedim de yedim dayağı. Çocukları alıp nerelere gideyim, bilemedim. Para da tutmuyor elim o zaman. Hem niye ben gidecekmişim ki, varsın yeni bebesiyle kendi gitsin cehennemin ta dibine, dedim. Uslanmadı, anlamadı. Bir gün çektim kızı, sen bari anla olur mu böyle iş, dedim. Kız da günahı boynuna, gözünü ne kararttıysa ‘ben de seviyorum’ demesin.’’
‘’Yok artık!’’
‘’Yok, mok değil, işte öyle! Gündüz herif kalkıp çıkınca evden, kız gidiyor siniyor bir köşeye. Salak ki ne salak! Döveceğiz sanıyordu herhal. Doğrusu ya, küçük oğlan altı yaşında falan vardı o zaman, anlıyordu her şeyi, gidip bir iki tekme atıveriyordu. Akşam olup adam eve varınca da biz çocuklarla bir kucak olup, sığınıyorduk odanın birine. En sonunda canıma tak etti, gittim ertesi günü karakola. Çocukları da aldım yanıma, anlattım bir bir olup biteni. Kız daha on yedisine varmamış, tutarlar mı bizim herifin yanında? Komiser, tamam bacım, sen git var hele evine, biz halledeceğiz, dediyse de, yook dedim, beni dayaktan öldürür. Siz hele onu bir içeriye tıkıverin, varırım ben evime tez vakit, dedim.’’
‘’Aferin, bak ne güzel akıl etmişsin.’’
‘’Akşama kadar oturduk yavrucaklarımla karakolda. Çay söylediler, ekmek getirdiler. Sonra ansızın kapıdan herifin girdiğini gördüm. Baktım elleri kelepçeli, kalktım bir hışım, tükürdüm suratına. Sonra huzurla döndük evimize yavrularımla. Ama kıyamadım gene, neyine kıyamadıysam, yine de çamaşır, para, yemek falan götürürüm yanına. Beş yıl verdiler. Sonra niyedir bilmem, üç yıl sekiz aya indirdiler. Kaldı bir yıl. Özgürlüğümün, huzurumun, mutluluğumun son bir yılını yaşıyorum anlayacağın. Sonra yeniden başlayacak, dayaklar, hırgür, onca hizmet, kendini beğendirememe... Desem ki, yok artık, benim elim ekmek tutar, senin kuruşuna muhtaç değiliz çok şükür yavrucaklarımla, desem de ne fayda, bırak bizim adamı köyün topusu doluşur gelir İstanbul’a. Kaçsam nereye kadar, bir yerde bulur sıkıştırırlar, erkeksiz yaşamak neymiş, orospu mu olacaksın bu yaştan sonra diye anamdan doğduğuma pişman ederler. Zaten benim şikayet ettiğimi öğrendiklerinde etmediklerini komadılar. Erkektir yapar, dediler. Sevin ya, dediler, sana yardımcı olacak biri geldi, sen artık eskisi gibi çok koşturmayacaksın, dediler. Devlet de onu suçlu bulmasa, vallahi sahiden kendimi suçlu belleyecektim.Yine de kendimi düşündüğümden değil, ne derlerse desinler. Ben onların demesiyle mi öyle olacağım da, yavrucaklarımı ne edeyim? Kimim, kimsem bakmaz. Baktılar diyelim, ben ayrı kalamam ki! Hadi kaldım diyeyim, oğlanı geçtim de kız daha bir muhtaçtır anaya. Anası çizecek yolunu ki, öyle köylünün dediği gibi olmasın. Kimden öğrenecek kadınlığı, çekip çevirmeyi, yuvasının dişi kuşu olmayı, analığı? ’’
7.BÖLÜM
O gün saatlerce kaldık mutfak masasının başında. İlk saat boyunca, bir oturup bir kalktı Saniye, işleri yetiştiremezmiş lafa dalarsa. En sonunda bugünü boşverebileceğimizi ve daha konuşmak istediğimi söylediğimde rahatlıkla oturabildi. Ama şartı da hazırdı, kaç saat iş yaparsa o kadarlık para alacaktı. ‘Laklak’ karşılığında para istemiyordu. Kabul ettim.
Burak’ ı sordu bana. Daha doğrusu ‘benim beyim’i. Kimdi, neydi, ne yapardı, nasıl biriydi? Hayatımda hiç bir zaman bu kadar özelimi, bu kadar açıklıkla anlatmak istediğimi hatırlamıyorum. Konuşmak istiyordum, doyasıya. Karşımdaki kişiyi henüz tanımış olmamı umursamıyordum. Aslında birine anlattığımı da pek hissetmiyordum. Sorular soruyordu, cevaplar veriyordum, hatta ara ara yorumlar da yapıyordu ama ben sanki içimdeki kutunun kilidini açmış, paslanmış cümlelerimi sesli okumaya başlamıştım kendi kendime.
Burak’la ilk tanışmamızı, evliliğimizin geleneksel bakıştan farklı olduğunu, modern ve özgür insanların evliliklerinin böyle olması gerektiğini anlatmaya çalışırken tökezledim. Nedense söylediklerim ve bunca zamandır inandıklarım kulağıma palavra gibi geliyordu.
Kendi üslubuyla bana, geleneksel olmak korkusundan gerçekleri görmezden geldiğimi, her ne olursa olsun evlilik ilişkisinde klişelerin bazen önemli bir besleme olduğunu, sıradan olmaktan kaçarken soğuk, pürüzlü bir yolda savaşmak zorunda kalındığını, aslolanın karşılıklı, sınırında bir saygıyı ve sevgiyi korumak olduğunu, ve her ne kadar bir evliliğin bir çocukla daha da klişeleşeceğini düşünsem de çocuksuz bir evlilikte eşlerin gerçek ruh hallerinin asla ilişkiye yansımayacağını, doğanın gözle görülür kanunlarını nasıl kabul ediyorsam, bunların da bu doğanın bir parçası olduğunu kabul etmem gerektiğini anlattı.
‘’İnsanoğlu alışkanlıklarıyla huzurlu olur. Almayı biliriz ama zamanı geldiğinde bırakmak zor gelir hepimize. Çoğu kez, geçmişimiz her ne tadda olursa olsun, bir an için orada tekrar olabilmek isteği duymaz mıyız hepimiz? Niye alışık olduğumuz düzenin zararsız parçaları bizi geleneksel yapsın ki?’’
Aslında ona Burak’ın uzun zamandır çeşitli vesilelerle evden ve benden uzak kaldığını ve başka biriyle bir şeyler yaşıyor olduğundan şüphe ettiğimi söylememiştim ama alakasız gibi görünen bir ata sözünü hatırlattı; ‘’Güneş girmeyen eve doktor girer.’’ Kendi kendine düşünüp bulmuş bu sözün başka bir anlamını; güneş sıcaklık demekmiş, aydınlıkmış, ışıltıymış, kıpırtıymış, enerjiymiş, mutlulukmuş, hayatmış. Bir evde bunlar yoksa geriye ne kalırmış ki? Sıcaklık olacakmış ki, samimiyet doğsun, aydınlık olacakmış ki, yalan, hile, dolan olmasın, ışıltı olacakmış ki, tazelik, gençlik olsun, kıpırtı olacakmış ki, aşk olsun, enerji olacakmış ki, ruh olsun, mutluluk olacakmış ki, sabır olsun ve hayat olacakmış ki, zaten adı bunda saklıymış. Bunları her kim kendi yuvasında bulamıyor ve olduramıyorsa, o yuvanın temel taşları yok demekmiş. O kimse ki gider, bu tuğlalarla başka yerde yuvasını kurar, demekmiş.
Ve sonra da ekledi, ‘’Bakma, bunların hepsini demeye diyorum da, bilmek yetmiyor işte. Her gün sırtımda bir bıçakla geziyorum ben. Acık kıpırdansam batacak, biliyorum. Sırf bana batsa yine iyi, kızıma, kızımın kızına, onun da kızına ve daha bilemediğim kadar öteye uzayıp giden upuzun bir bıçak bu. Bazen keşke diyorum, soyum sopum, evlatlarımdan gayrısı tüm köyüm, bizi tanıyan, bilenlerin hepsi ölüp gitse de, şöyle bildiğim gibi yaşasam, bu zinciri de bir yerde kırsam. Tövbe YaRab’bim!’’
8.BÖLÜM
Çeviriyi tamamen bıraktım o gün. Bütün gün düşündüm. Özgürlüğün ne olduğunu, insan olmanın, kadın olmanın ne olduğunu düşünüp durdum.
Neyin farkında değildim, sahip olduğum nelerin kıymetini bilemiyordum ben? Neleri boş yere harcayıp, neleri görmezden geliyordum? Belki de hangi gereksiz iddialar uğruna vazgeçiyordum kendim gibi yaşamaktan? Hangi gereksiz iddialar uğruna, aşılmaz bir duvar örüyordum etrafıma?
Hangi dilimindeydim ben ‘kadınlığın’ ?
Neydi ki ‘kadın’ olmak? Kadın doğulur muydu, yoksa sonradan elde edilen bir ‘meziyet’ miydi? Ne demekti ‘erkek gibi kadın’ olmak? Bir ceza mıydı, yoksa bir ödül mü kadınlık? Kimlere dağılıyordu kadın pastasındaki dilimler? Kimler en çok dilim sahibiydi?
Üç kadın üstünde dolanıp durdu önce düşüncelerim, annem, ben, Saniye. Hepimizin ortak hayalkırıklığıydı, bilinçli ya da bilinçsiz bir erkeğin çevresinde dönen yaşamlarımız. Aslında hepimizin ortak hayalkırıklığıydı, kalın bir duvar ardına hapsettiğimiz yaşamlarımız. Hepimizin vardı, birbirinden farklı olsa da korku sebebiyle örülmüş olan duvarlarımız. Bize bildirilenden, öğretilenden, ya da amaçladığımızdan farklı bir ‘kadın’ olma korkumuz. Yalnız kalma, yadırganma, bir gruba dahil olamama korkumuz. Ve hepimizin ortak sonucuydu, cesaretsizlikle esiri olduğumuz hayatlarımız.
Annem yıllardır bilmezdi samimiyetin, sıcaklığın anlamını. Annemin şanssızlığıydı bu. Gülmeyi ayıp sanan, itibarın zedeleneceği korkusunu en uç noktalarda yaşayan gereğinden fazla ‘asker’ olmaya çalışan bir baba ve onun seçimi olan bir eşle yaşamdı belki onu böyle bir kadın olmaya iten. Hapsetmişti kendini, doğru olduğunu sandığı, öyle görüp, öyle oluşturduğu duvar arkasına. ‘Ağır’ davranmanın itibar kazanmak, böylesi bir köklü aileye yakışır olmak olduğunu sanmıştı. Kadın olmanın, bu kurallar çerçevesinde öncelikle uslu bir kız çocuğu, sonrasında iyi bir eş ve prensipli bir anne olabildiğini sanmıştı. Çevresinde oluşturduğu kalabalık insan topluluğunun, sahip olduğu suni şeylerin anlatılması ve övünç duyulması için gerekli olduğunu sanmıştı. Herkesten arındıktan sonra hiç usul usul bir köşede ağlamış mıydı, merak ediyorum. Ya da hiç duyguyla, içtenlikle, şevkle sarılabilmiş miydi kocasına? Ya da bir gün karşı gelebilmiş miydi? Bir gün olsun itiraz edebilmiş miydi, diğerlerinin aldığı ‘doğru’ kararlara? Acaba ilk hamile olduğunu öğrendiğinde, ‘’Adı Tufan olsun,’’ diyenlere bir kerecik olsun başka bir öneride bulunabilmiş miydi? ‘’Sandığınız gibi erkek olmazsa, hoş durmaz küçük bir kızda,’’ diyebilmiş miydi?
Hiç kahkaha atmadığını hatırlıyorum mesela, veya koklayarak beni öpmediğini, uzun süre göğsüne bastırmadığını, bir gün olsun sevinçle zıplamadığını, espri yapmadığını, doyasıya içmediğini, sarhoş olmadığını, eline bir tabak alıp televizyon karşısında yemek yemediğini, çekirdek çıtlatmadığını, evin hiç bir köşesinde çiçek bulundurmadığını, bir gün olsun onları sulamadığını ve bana hortum tutup ıslanmama müsade etmediğini hatırlıyorum.
Asker babasının hanım kızıydı o; nerede oturup kalkacağını, nerede ne söyleneceğini bilen, annesinin sağ kolu; el becerileri gelişmiş, edepli, verilen görevden kaçmayan, kocasının bel kemiği; evini çekip çeviren, ‘dost’ çevrelerine koluna takıp götürülebilen, ‘ayıp’ arzuları dindiren, erkeğin ‘aile’ sınıfına giriş vizesi, ‘baba’ olma ihtimalinin yüzde ellisi.
Ve çocuğunun annesi. Öç sahası! Yıllarca belki de hep bu anı beklemişti, yeni tertip göreve başlıyordu. Artık o da emirler verebilecek, biri üzerinde baskı, denetim, disiplin uygulayabilecek ve bu ‘kopya sınıf’a bir yenisini ekleyebilecekti. Artık o da bir saygı ve korku abidesi olabilecekti.
Saniye... Annemin utanç sebebi olarak gördüğü, yaşamın içindeki yalın tadları bilebildiği besbelliydi. Ama ‘kadın’ olabilmeye, ‘insan’ olabilmeye dair, teoride bu kadar iyi olup pratiğe geçirememesi içimi acıtıyordu. Benden kat kat fazla, o acıyı duyumsadığından emindim. O da babasından kocasına uzayan bir çizgi üzerinde, yalnızca bir erkeğin varlığıyla ‘kadın’ olarak var olabileceği gerçeğini kabul etmişti. İstemese de onun da kalın bir duvarı vardı. Kocasının bunca yaptıklarına rağman, hapisten çıkınca özgürlüğünü engelleyeceğini düşünüyordu. Artık ayakları üzerine sağlam basabiliyordu. Ama korkuyordu, kocasını şikayet ettiği için, hatta yüzüne tükürebildiği için. Belki de bir özür olsun diye hala ona hizmeti sürdürüyordu, dört duvar arasında. Ona göre kabul gören kadın tipi, eşine iyi kadınlık yapabilmek, çocuklarını büyütebilmekti. Çamaşır, bulaşık, yemek, ütüyle şekillenmiş bir günün arasına, komşu kadınlara ziyareti sıkıştırabilmek, çocuğun yemeği, uykusu, banyosuyla süregelen bir günün sonunda ‘adamının’ altına, aklına binbir tasa ve sıkıntıyla da olsa serilebilmek ve onu her daim karnı tok, sırtı pek tutabilmekti, kadınlık adına yapmak zorunda olduğu. Kendinden vazgeçmekti. Çocukları, eşi, anası babası, dostu, akrabası için yaşayabilmek, hep onlar için verebilmekti. Hizmet etmekti bu dünyaya geliş sebebi. Kendinden başka herkese hizmet etmek. Eminim annemin yaşamını ona verebilmelerini çok isterdi, dayaksız, hizmetsiz, iş, güç yapmak zorunda olmadığı, her daim çevresinde bu işleri görebilecek birilerinin olduğu, zengin dost çevreleriyle yemekler, toplantılar ve sahip olunan bir diploma. Ve en önemlisi şiddet ve ölüm korkusu duymadan kadın olmak. Belki gerçekten de o yaşamın hakkını verebilirdi, bilemiyorum.
Bana gelince... Kendimi tartışmayı bu kadar kısa süreye sığdırma şansım yoktu. Kozam yırtılmış, çırılçıplak kalmıştım. Ve o dev aynanın karşısında kendimi yeniden tanımam gerekiyordu. Korkmadan, telaşa kapılmadan, sabırla, açık yüreklilik ve cesaretle. Annem ya da Saniye gibi bir kadın olmak istememe saplantım, beni, benim gibi düşünen birçok makyaja bulanmış mor halkalı gözaltları olan, gerçekte suyu çekilmiş, fakat o cilalı derileri altında en kurak topraklar gibi çatlaklarla dolu kadınların, yalnız kendi varlıklarını sürdürdüklerini sandıkları o ıssız, renksiz, neşesiz, yalnızlıkların kabus olduğu, aynaların yerin bilmem kaç kat derinliklere gömülü olduğu, seraplarla dolu, yalnız duvarları değil çatıları da sımsıkı örtülü o çembere itmişti. Görmem gereken gerçek, her kadının sırtında bir bıçakla gezmek zorunda olduğu değildi. Elbette bu gibilerin hala var olduğunu bilmek, hem de çok uzaklarda değil yanıbaşımızda olabileceğini kabul etmekti. Ve bunun tek bir kişinin, ya da birkaçının ve hatta onlarcasının önüne geçeceğini ummak ve onları sadece uzaktan seyre dalmak da yeterince yanlış olurdu. Okuduğumuz okulların, aldığımız eğitimlerin, hayat boyu birikimlerimizin elimize geçecek paraya ya da bu çevrelerden bulunabilecek bir kocaya dönüşmesinden başka amaçlarımız olmalıydı. Bunun için büyük bir güç oluşturabilmek gerekirdi. Bu, kadın veya erkek olmak sorunundan çok öteydi. Diretmeler yalnızca aile büyüklerinden değil, daha görüş açımızın dışındakilerden, hatta tarihten ve hatta mistik, ruhani diyarlardan geliyordu. Ama asla çözülmez ve ışığa ulaşılmaz değildi. Düşünebilme ve söz söyleyebilme hakkının herkeste var olduğu, hakların eşit, ama eşitlik saplantılarının abartılmadığı bir yaşam neden bu kadar da ulaşılmaz olsundu ki?
Her cins, eğer karşı cins var olmasaydı kendi sahip olduğu değerlerle övünç duyabilir miydi? Paylaşmaktı o zaman aslolan. Hayatı dilim dilim, ilik ilik paylaşmak. Ve paylaştıkça büyüyen güçle, bir adım sonrasına yelken açmak.

15 yorum:

OzLeM dedi ki...

Akıcı ve etkileyiciydi. Etkileyiciliği de şundan; öykü bittikten sonra da düşünmeye devam ettirdi beni bir süre. Bana sorarsan bu öykü bir bilirkişinin eleştirisini hak ediyor.
Yarın mailde anlatacağım sana ne demek istediğimi.

Geveze Kalem dedi ki...

Özlemcim okuduğun için hem teşekkür hem de tebrik ediyorum.:))
Ama ben çatlarım yarına kadar, keşke bugün yazsaymışsın.;-)

Bilir kişi eleştrisi dersen sana şunu söyleyebilirim, aslında bu öykü bir yarışmada 1.'lik ödülü almıştı.:) 'Bilir kişi' miydiler bilmiyorum ama olsun, en azından birkaç kişi değerli bulmuş.:)
Sevgiler...

Unknown dedi ki...

merhaba, içimden bir ses benden yorum duymak istediğini söylüyor. Belki de satırların söylüyor bunu; bilemiyorum.

Kadınlar Günü'ne yakışır bir hikaye.
Öncelikle anlatımın hakkında bir-iki şey söylemek istiyorum. Akıcı, etkileyici, fazla yormayan ama basitlikten uzak bir işleyiş var satırlarda.
İki kadın: Hayatın bambaşka uçlarında yaşayan, modernizmi temsil eden bir kadın ve tüm saflığını koruyan, ruhu kirlenmemiş bir köy kadını. Karakter seçimin, bana TRT'nin bir dizisini hatırlattı. Orada da yazar bir bayan, başında türlü bela olan köyden gelmiş bir ailenin dramını yazıyordu. Bunu yazdım; sık işlenen bir konuyu kendine has anlatımınla işlemişsin.
Tufan karakterinin "sıcak" kelimesi çağrışımıyla, hayatındaki boşluğu keşfetmesi ve anlamlandırması, iç hesaplaşması, geçmiş yargılaması, aile ilişkileri çözümlemesi ve son paragraftaki ve hikayenin kimi yerlerindeki mesajvari sonuçları, hikayenin taslağını çizmiş, etkili de olmuş.
"Ihlamur" sahnesi, anneyle yapılan telefon görüşmesi, bahçıvanın sözleri hikayeye çeşni katan, zenginlik veren parçalar.
Kelimelere hakimiyetin oldukça güzel, anlam bütünlüğü bozulmamış.
Güzel, oldukça güzel ama hikayeyi yumuşak kelimelerle bitirmek yerine daha keskin, daha vurucu kelimelerle bitirseydin yahut farklı bir anlatım biçimi kullansaydın, yazı daha da etkili olurdu ve de daha özgün.
Tabi bunların hepsi okur gözüyle benim fikrim.
Sonuç itibariyle, kalemine sağlık.
Senden daha azını beklemezdim zaten.
sevgiler...

Geveze Kalem dedi ki...

Sevgili evvelzamaniçinde,
Tabii ki her zaman yazdıklarım için eleştrilerini keyifle bekler ve okurum. Bu öncesinde de böyleyken bu yorumundan -daha doğrusu öykümü böylesine irdeleyişinden ve çok doğru noktalara parmak basmandan- sonra daha da önem kazanacak.

Bu benim 2005 yılında yazdığım bir öyküydü. Geçen zaman içerisinde kalemi -neredeyse- hiç bırakmadım. Haliyle yazım dilimin geliştiğini düşünüyorum. Ama bunun için referansım blog yazılarım değildir. Hâlen daha öyküler üzerinde çalışıyorum. Bunların bazılarını seninle mail ortamında da paylaşmak isterim. Eleştrilerin değerli olacaktır.

Bu kadar detaylı değerlendirdiğin için çok teşekkür ederim,
Sevgiler...

OzLeM dedi ki...

Ödül yerini bulmuş işte:-) Evvelzamaniçinde de yapmış değerlendirmeyi. Bilirkişi derken aslında kastettiğim; teknik anlamda yazının çözümlemesini yapabilecek, iyi yere iyi kötü yere kötü diyebilecek gören bir gözdü. İhtiyacın olan daha çok bu gibi geldi bana. Yoksa, çok şahane olmuş, bravo vs. demek bir süre sonra anlamını yitirir.

Okuyabildiysem sonuna kadar, senin başarındır bu:-)) Yoksa benim gibi bir ikizler...

Geveze Kalem dedi ki...

Çok doğru söylüyorsun. İyi bir okurun eleştrisi, iyi bir yazarın eleştrisi kadar kıymetlidir bence de.
Valla bir ikizlere gecenin bir yarısı bu öyküyü okutabilmişsem, kendim bile kendime 'aferin' diyebilirim.:))

[ fiкяiмiи iиcє güℓü ] dedi ki...

İş ortamında, iki arada bir derede okunamayacak kadar kıymetli şeyler yazdığından eminim. O yüzden akşam evde severek okuyacağım. Ödülün için tebrik ederim canım. Sıra yenilerinde inşallah.

Sevgiyle...

Ebru Oğuş dedi ki...

dün bir okudum, bu sabah çayımla bir daha okudum. her iki kadında da kendimden birşeyler buldum.. birinin delice tutkun olduğu (ya da olduğunu sandığı) özgürlüğü, diğerinin çokça yüreğinde sakladığı sıcaklığı..
biröykünün uzunluğu sanırım onun oknabilirliğine bağlı olarak değerlendirilmeli. bu bana hiç uzun gelmedi:-)

Geveze Kalem dedi ki...

İncegül, çok teşekkür ederim. Tabii ki fırsat bulur da okursan memnun olurum.
Sevgiler...

Ebrucum, arkadaşım, iki kere okumuş olman ne kadar haz verici benim için.:) Vakit ayırmana çok sevindim. Teşekkür ederim okunabilir bulduğun için.
Öperim...:)

Aslı dedi ki...

Kalemim kalemim Büyülü Kalemim,
4. bölüm sonundan yazıyorum sana, ortalık sakinleştiğinde okumaya devam edeceğim tabiiki...Tam yazın hakkında birşeyler karalayacakken yapılan yoruma verdiğin cevap işte budur dedirttirdi bana: "İyi bir okurun eleştirisi, iyi bir yazarın eleştirisi kadar kıymetlidir bence" Hep "güzeldi güzeldi" demek olmuyor ama napim ya gerçekten de en önemli püfü akıcılığında, akıcılığının püfü sadeliğinde sadeliğinin püfü doğru istikametten anlatımında olan yine döktürülmüş bir yazı karşımda beni bekliyordu...
Ne diyeyim :)
Ellerine sağlık arkadaşım, gerçekten ayakta alkışlıyorum seni...
(Tabi bu ilk 4 bülümün yorumu :)))

Cocukla Cocuk dedi ki...

akıcı bir şekilde okudum hikayeyi, uzun hissetmedim.
3 kadın profili de üzerinde düşündürüyor bizi.
Bu hikayeyle ödül almanı da kutluyoruz.

Ayşegül Taştaban Erzincanoğlu/ Behçet dedi ki...

Ne diyebilirim sevgili geveze kalem, muthişti.. Ama bir de rahatsızlığım oldu. Böylesine güzel bir öyküyü ben bilgisayarın başında değil de, günün saatine göre ya elimde çayım, ya da şarabımla okuma kanepeme oturup okumak isterdim. 2 bölümden sonra alıp bilgisayarı gittim oraya ama o kitaba dokunmanın büyüsü keyfi yok.. Demem o dur ki artık dokunmak istiyorum yazdıklarına...
Sevgilerimle..

iem dedi ki...

anlamlı bir hikaye.. fakat yarım kalmış gibi..

bu arada merhaba

Tabiat Ana dedi ki...

geveze kalem,
evet hikaye gerçekten uzun ama sadece görüntü olarak.Zira ara vermeden hemencecik okudum.Okuduktan sonra çok şey düşündürüyor gerçekten de.Aldığı ödülü sonuna kadar hakeden bir hikaye olmuş.Ellerine sağlık..

Geveze Kalem dedi ki...

Aslıcım tatlı ikizler arkadaşım :) güzel sözlerin için çok teşekkür ederim ama sana hep diyorum yine diyeceğim, valla neredeyse şımaracağım, yazma bu kadar güzel söz.;-) Umarım işlerin biraz hafiflemiştir de senin de o güzel şiirlerinden nasibimizi alırız. Bakacağım birazdan.:)

Çocukla çocuk, çok teşekkür ederim. Bana en büyük ödül bu hikayenin düşündürücü olduğunu söylemeniz zaten.:)
Sevgiler...

Ayşegül, her zamanki gibi yorumların çok değerli benim için. (Bahsettiğin konu üstünde çalışıyorum.;-))

İem, gerçekten öyle, yarım! Ama biraz daha uzasaydı 'romancık' olmaya aday olurdu diye düşünmüştüm.:) Açıkçası devamını ben de merak ediyorum; acaba Burak'tan ayrılacak mı, kadınlar için hayır işlerine kendini adayacak mı, annesiyle ilişkisini nasıl bir noktaya getirecek, annesinin gözünü biraz açabilecek mi, Saniye'nin kocası hapisten çıkınca ne olacak?... :) Aslında kayda değer bir son bulabilirsem,(şaşırtıcı, okunabilirliği olan) yazarım belki de.;-)
Sevgiler...

Tabiat Ana, çok teşekkür ederim. Sanırım hikaye ancak yazana bu kadar uzun geliyor.:)) İnsan yazarken sıkılmıyor da okurken (herhalde hatalarına takılı kaldığından) üç satır bile koca bir kitapmış gibi görünüyor.:)
Sevgiler...