Öz...

|

Ben bu hafızasını kaybetmiş insan figürünün başrol oynadığı filmi çok sevdim. (Bkz. Önceki post.;-)) Yine onun hakkında konuşmaya devam etmek istiyorum.

Önce bir hatırlatma yapmak istyorum sevgili dostlarım; önceki postumu yazmaya başlamadan evvel, aklımdaki süreç tamamen şuydu; blogu açıp yeni kayıt sayfasını tıklayacak ve "Perde Kapanıyor" türünden bir başlıkla, sizlerden bir süreliğine ayrılacağımı duyuracaktım. Ama sonra ne olduysa oldu ve ben farklı bir şeyler kaleme almaya başladım. Yazı içinde 'sözlerimin sizin aynanız olduğu' detayını belirtirken, bu yazım sürecinin neden plânladığım şekilde gitmediğini de kendi kendime fark etmiş oldum. Ben bir şeyler öğreniyorum (bu çok kaba bir tanımdır bu süreç için ama şimdilik daha iyi tanımlayacak bir söz bulamadım) ve bu öğrendiklerimi sizinle paylaşırken, kendimle bir kere daha paylaşıyorum. Tıpkı başkasından dinler gibi... Ve böylece -sanırım- yaşadığım şeyleri hem daha iyi anlıyorum hem de daha kolay kabulleniyorum.

Şimdi, hafızasını kaybetmiş biri olarak düşleyin kendinizi. Hiç tanımadığınız bir odada oturuyorsunuz, etrafa göz gezdiriyorsunuz. Size buranın kendi eviniz ve hatta en sevdiğiniz odanız olduğu söylenmiş. Buranın sizin 'Yuva'nız olduğu söylenmiş. Etrafta yuva sıcaklığını anımsatacak detaylarda göz gezdiriyorsunuz. Yok, yok, yok! Hiçbir şey size ne kendinizi ne de buranın yuvanız olduğu gerçeğini hatırlatmıyor.

Ve sonra dünya tatlısı, o güne kadar görmediğiniz güzellikte, mini mini bir bebek kucağınıza getirilip bırakılıyor. "Bu senin yavrun. Hatırla! Bir zamanlar senin için ondan daha değerli bir varlık yoktu," deniliyor. Ürkek bakışlarını üzerinizde gezdiriyor bebek. Belli ki kucağınızda yeniden şefkat bulmak istiyor. Yeniden -tıpkı bir zamanlar olduğu gibi- onunla oynamanızı, sevgiyle sarmalamanızı, huzur kapılarınızı açmanız için bekliyor. Tepkisizsiniz! Çünkü o sizin için sadece herhangi tatlı bir bebek! Gözleri dolmaya başlıyor bebeğin(izin.) Size çok yavaşça 'anne' ya da 'baba' derken hayal kırıklığını okuyabiliyorsunuz. Buz gibi bir duvara çarpmışlık duygusu yaşadığını anlayabiliyorsunuz. Alt dudağını kıvırıp, titreye titreye ağlıyor. Yaygara değil bu, yalnızca kırgınlığın dokunaklı gözyaşları... Durun tahmin edeyim; siz de ağlamaya başlıyorsunuz. Bir insanın kendi gücüne, sevgisine, ilgisine muhtaç yavrusunu hatırlayamaması, ona bildik bir duyguyla sarılıp koklayamaması, acıların en büyüğü olduğunu düşündürüyor o anda size.

Sevgili dostlarım, o minik bebeğin kendi 'öz' benliğiniz olduğunu biliyor musunuz? Sevip okşamadığınız, ilgi göstermediğiniz, oyun oynamadığınız ve nitekim varlığından bile haberdar olmadığınız 'özünüz' olduğunu biliyor musunuz?

Şimdi hafızanızı kaybettiğinizde size bu bebekten hiç bahsedilmediğini düşünelim. Nasıl olsa hatırlamadığınız için sizden kaçırıldığını... Hatırlayamadığınız hayatınızı belli bir düzen içerisinde yaşamaya başladığınızı düşünelim. Birilerinin size evinizi, işinizi, eşinizi, ailenizi, dostlarınızı tanıtıp, sizi bu hayatı yaşamaya mecbur olduğunuza ikna ettiğini düşünelim. Aslında daha iyi bir ihtimal de yoktur ki. Zaten kim olduğunuzu bilmiyorsunuz ve sunulanı kendi hayatınız olarak kabul etmek, hatırlamaya çabalarken bu yaşamı sürdürmeye çalışmak zorundasınızdır. Diyelim ki yıllar geçiyor ve siz hatırlayamasanız bile, o düzen içinde (size ait olduğu iddia edilen o gerçeklik içinde) yaşama devam ediyorsunuz. Ama içinizde hep bir eksiklik duygusu var. Ait olamama duygusu var. Bunu ne yaparsanız yapın, atamıyorsunuz! Arada sırada o yaşamı yaşamaya mecbur olmadığınızı söyleyen bir ses yükseliyor içinizden. Yuvanızın burası olmadığını, gerçekliğin bunlar olmadığını ve en önemlisi de, kendiniz için çok değerli bir varlığı aramanız gerektiği söyleniyor içinizdeki bu ses tarafından. Hayatınız berbat gidiyor! Tüm sıkıntılar sizi buluyor! Acıların en büyüğünü hep siz yaşıyorsunuz! Kendinize her gün "Neden ben? Niye tüm bunlar beni buluyor?" diye sorup duruyorsunuz. Ve bir gün size o ses (hatta belki de gece rüyanızda beliren bir aksakallı dede:)), kaybettiğiniz o çok değerli varlığı aramanız gerektiğini söylüyor.

Uzatmayalım sevgili dostlarım, en sonunda az gidip, uz gidip, dere tepe düz gidip, bir zamanlar sizden kaçırılmış olan bebeğinize ulaşıyorsunuz ve onun en değerli varlığınız olduğunu anlıyorsunuz. Ama araya o kadar uzun bir zaman girmiştir ki, şimdi onunla nasıl bir ilişki kuracağınızı bilememektesinizdir. Önce sevmeyi öğrenmeniz gerekmektedir; milim milim her hücresini sevmeniz gerekmektedir. Bu sizin özünüzdür, beğenmediğiniz bedeninizdir, değerini anlayamadığınız biyolojik varlığınızdır. Tek tek her bir hücreniz, kırık tırnağınız, eğri burnunuz, cılız saçlarınız, şişman ya da zayıf bularak her gün kavga ettiğiniz vücudunuz... Onu sevebilir misiniz? Tüm bunları tıpkı en değerli varlığınız -bebeğiniz- gibi sevmeye başlayabilir misiniz?

Bunun tek taraflı bir çalışma olacağını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Siz her şeyiyle bedeninizi, eksik veya hatalı bulduğunuz organlarınızı, hatta hastalıklarınızı dinlemeye, onlarla iletişim kurmaya, koşulsuz sevmeye ve size bir şeyi anlatabilmek için var olduklarını fark etmeye başladıktan sonra, bunlar sizin istediğiniz kılıfa gireceklerdir, biliyor musunuz? Bebek demiştik özünüz için... Bir bebekle iletişim içinde olduğunuzda yalnız siz ona bir şey öğretmezsiniz, ondan da öğrenceğiniz sayısız şey vardır. Müthiş bir tecrübedir bir bebek yetiştirmek! O kadar saftır ki, o saflığıyla sizlerin katman katman karaya boyadığınız gerçekleri bir çırpıda 'ak'a dönüştürme becerisi vardır. Gündelik hayatın koşturmacalarından, susmak bilmez sorularından, yaşanılan tartışmalardan, stresten bunaldığınız bir akşam, patlamaya hazır bir bomba gibi evin dört duvarını arşınladığınız bir anda, elinde bir filmle kapınızda görünebilir bu bebeğiniz. Yüzünde gülümseme vardır. Kısa bir duraklamanın ardından elindeki filmi alır, dvd'ye yerleştirir ve birlikte izlemeye başlarsınız. İlginçtir, çünkü o filmde, gün içinde arapsaçına dönen bir probleminizin son derece basit cevabını bulmuşsunuzdur. Eğilir bebeğinizi öpersiniz. Sakinsinizdir. Ve ertesi güne çözülmüş bir problemin rahatlığıyla başlarsınız.

İşte o bebek sizin özünüzdür. Onu dinlerseniz, onu sahiden sahiplenir ve her dediğine kulak verirseniz, hayatınızın ne kadar kolaylaşacağı aşikârdır.

İşte sevgili dostlarım, içinizdeki özünüzü (bebeğinizi) yeniden sahiplenmeye başlamanız, -eğer bir pazarlık istiyorsanız- size, bu hayatınıza müthiş katkılar sağlayacaktır. Yani eğer koşulsuz sevgi veremeyeceğinize inanıyorsanız bile, bilin ki bu sevginin bir karşılığı mutlaka olacaktır. Sadece yapmamanız gereken şey şudur; berbat bir deneyim yaşadığınız o anda bebeğinizden (özünüzden) plânlı bir şey dilemek... Yani "Şu an çok kötü bir zaman yaşıyorum. Ey sevgili bebeğim, özüm, bana lütfen bir bardak su ver de serinleyeyim(:))" demek, sizi arzuladığınız sonuca götürmeyecektir. Sadece o anda derin nefesler alıp, içinizdeki gerçek 'SİZ'in her şeyi mükemmellikle çözümleyeceğine güvenmeniz, ve hiçbir şüphe duymaksızın, hiçbir resim çizmeksizin, köşeleri belirlenmemiş bir arzu dilemeniz yeterlidir. Bebeğinizin size, içinde sorularınızın çözümlerini bulacağınız bir film getirmesi gibi, bambaşka bir yoldan çözüm getireceğine GÜVENİN! Ve lütfen onu dinleyin. Belki de ilk başta yapılması gereken budur; gün içinde beş dakika bile olsa siz ve özünüz (ki zaten bunlar hep iç içedirler) yalnız kalın. Kalbinizdeki en özel yerde oturan o mükemmel varlığın neler söylediğine kulak verin. Duyduğunuz ya da hissettiğiniz seslerin sizden mi ya da başka bir yerden mi geldiğinden ŞÜPHE ETMEYİN!

Su akar yolunu bulur dostlarım...

Bu yazıyı yazmak için bilgisayarımın başına oturduğumda aklımda 'çevremizi kuşatan resim'le ilgili bir şeyler karalamak vardı. Su yolunu böyle buldu, saygı duyuyorum.:) Bir dahaki sefere belki bu yazıda yarım yarım değindiğim ve hiç değinemediğim noktaları karalamak istiyorum.

Bu yazı kimlere ulaştı bilmiyorum. Ama içinizdeki 'SİZ'e ulaşması en büyük dileğim. Siz bu yazıyı okuyup anlamasanız bile, umarım 'ÖZ'ünüz anlamıştır.:)

Kucak dolusu sevgilerimle...

7 yorum:

sufi dedi ki...

Sevgili Gevezem
"ağ'dan yazmak, kara'dan yazmak" "Ağdan okumak karadan okumak "gibi bir tabir vardır alevi ve bektaşilerde.Bence sen de ağdan yazıyorsun.Mesela aşıkların sözleri yani türküler o özün AĞın sözleridir onun için insanın yüreğini sızlatır.Sen de özümdeki bebeğimi sevindirdin, seninki de sevinsin inşaallah,sevgilerimle dilek.
Mühür gözlüm seni elden
Sakınırım kıskanırım
Yağan kardan esen yelden
Sakınırım, kıskanırım

Havadaki turnalardan
Su içtiğin kurnalardan
Giyindiğin urbalardan
Sakınırım kıskanırım

Beşikte yatan kuzundan
Hem oğlundan hem kızından
Ben seni senin gözünden
Sakınırım kıskanırım

Al’İzzeti oncalardan
Takındığın goncalardan
Yerdeki karıncalardan
Sakınırım kıskanırım

Aşık izzetiye AĞ dan bu dizeleri yazdıran öze de sevgiler.

Geveze Kalem dedi ki...

Sevgili Dilek, senin özün sevindiyse, benimki de seni sevindirdiği için sevinmiştir bil ki.:)
Bu arada 'ağ' ne güzel bir kelime olarak duyuluyor bu cümlelerin içinde. Ağdan yazmak...hımm... Biraz daha düşüneceğim bunun üstünde.;-)
Sevgilerimle...

Brajeshwari dedi ki...

Ah Gevezecim
bende bir yazıya başlarım, başka birşey çıkar ne tanıdık geldi bu bana, anlatamam..

Bize yazını okutan iç sesine ve yaratıcı meleklerine teşekkür etmeliyim. Burada güzel değişimler oluyor. Buna çok mutlu oluyorum. :)

Geveze Kalem dedi ki...

Oluyor sevgili Brajeshwari, oluyor.;-) Ve ben de mutlu oluyorum.:)

Cocukla Cocuk dedi ki...

İçimizdeki öz de biz de anladık yazıyı, ağzına sağlık Geveze Kalem. İhmal ettiğimiz kendimizi dinleme zamanlarımızı hatırlattığın için.

Uma dedi ki...

Hindistan'da kanun kitaplarina gecmis bir hadise vardir. Birgun adamin birini öldü diye yakmaya gotururler, butun ailesinin huzurunda yakma islemi gerceklesir. Ailesi bir sure sonra vedalasarak gider, beden yanmaya devam ediyordur. Ancak olan sudur ki adam ölmemistir. Ve yanmis vucudu ile kendini acilar icinde ormana atar. Yillarca ormanda yasar, taninmaz haldedir. Uzerinden seneler gecer, en sonunda adam cocuklarinin karisinin hasretine dayanamayarak gider evine, calar kapisini. Dilenci diye buyur ederler eve, agirlarlar. Ancak adam bununla yetinemez, artik eski makamina kavusmak istemektedir, o sonucta cocuklarin babasi ve ailenin reisidir. Ve durumu konusur, kimse inanmaz, bilhassa adamin malinin pesinde olanlar. Karisina en ozel anlardan, en gizli ozelliklerden ornekler vererek kendini tanitmaya calisir. Karisi inanir ama kardesleri mal sevdasina kabul etmezler ve konu mahkemelere tasinir. Boylece de kanun kitaplarinda yerini alir. Hindistan'da bilgeler bu ornegi anlatirlar aslinda bizim nasil bir amnezyaya yakalandigimizi anlatabilmek icin :) Yazin bana bunu hatirlatti paylasmak istedim :)
O guzel bebegin kalbinden öpuyor, kokluyorum...

Ayşegül Taştaban Erzincanoğlu/ Behçet dedi ki...

Sevgili Geveze,
Ya ne tesadüf bende seni düşünüyordum demeyeceğim çünkü tesadüflerin olmadığını biliyoruz. Neredeyse bir 10 gündür Meksika'yı yazmaya çalışıyorum ve seninle bu konu hakkında daha evvelden yazıştığımız içinde, masanın başına oturur oturmaz sürekli aklımda sen ve nedense yazdıklarımı senin beğenmeyeceğini düşünerek ha bire yayınlamayı erteliyorum, fotoğrafları beğenmiyorum, yeniden birşeyler ekliyorum, ve sanki daha da berbat oluyor. Bakalım ne zaman eh galiba oldu diyebileceğim..

Bence de konuşacak, paylaşacak çok şeyimiz var gibi geliyor. Madem hayatımızın en güzel yılını yaşayacağız, bu da kesinlikle onun bir parçası olması gerekiyor.
Sana mail atıyorum
Sevgiler