Kurtuluş (ve tesadüfen) Sobe!

|
Uzun bir yazı olacak, biliyorum. Çünkü miladı uzun yıllara dayanan bir dertten kurtuluş hikayesidir bu.

Ne mutlu ki, sevdiklerimi kaybetmedim bu güne dek. Telafi edilemeyecek acılar yaşamadım. Dönülmez yerlere giden birilerinin ardından ağıtlar yakmadım, her hüzünlü şarkıyla gidenin ardından usul usul ağlamadım. Dertlerin en büyüğüdür ya bunlar... Ne mutlu, bunlar yok geçmişimde.

Ama beni geceleri çok üşüten, akıl sağlığımın elle tutulmaz destekçisi o incecik bağları kopma noktasına getiren, herhangi bir zamanda düşüp bayılarak soyut zamanlara kaçmamı gerektiren, içimden boğum boğum yükselip karşı konulmaz ölüm korkusuna sürükleyen, belki iyi taraflarından biri olarak kulaklarımın daha hassaslaşmasına ve en ufak sesleri bile ayırdetmeme yardımcı olan bir derdim, beni yıllardır hayatın bir tarafından soyutladı.

Basitçe, KARANLIKTAN KORKARIM BEN!

Yıllardır karanlıkta araba kullanamam, geceleri en ufak sıradan çıtırtılarla ev halkını ayağa dikerim, tamamen karanlık ortamlarda soluksuz kalırım, karanlık bir odaya girmeden evvel yakınlarındaki bütün ışıkları yakarım, fener çantamdan eksik olmaz, fenerimi başucuma koymadan yatağa yatamam, tüm gece boyu evimizde (ya da kaldığım yer her neresiyse) bir ışık orta alanda yanar ve ne tuhaftır ki gecenin orta yerinde, o en derin uykudayken bile elektrikler kesildiğinde ya da yanan ışık herhangi bir vesileyle söndüğünde uykumdan çığlıklarla kalkarım. Kendimi bildim bileli derin uyuyamam ben bu yüzden.

Eee? Çok mu büyük dert bunlar kişinin hayatında? Bir yönüyle hayır! Bunlarla da yaşanabiliyor elbette. Ama bu tutumunuz kişiliğinizin görünen yüzüyle çakışıyorsa ve temelde sebebi can acıtıcı bir yerlere dayanıyorsa yaşayan için aklının bilinçli ya da bilinçsiz sürekli bu problemle meşgul olması inanın ki çok zor.

Ailem, yakın arkadaşlarım başımın bir gün derde gireceğinden korkarlar, çünkü o kadar korkusuzca saldırganlaşabilirim ki gerektiği yerde. Hani şimdilerde karşındaki kişinin neyin nesi olduğunu bilmeden söz dalaşına girilmez ya, ya da ne bileyim en basiti araba çarpan bir adama bile göz ucuyla bakılıp geçilir, aman başımıza dert almayalım diye, ben bunların tersine karşımda eli bıçaklı kırk kişi de görsem, doğru bildiğim şeyler uğruna aralarına gözü kara dalarım. Hırsızı, arsızı, ahlaksızı, nankörü, cahili, pişkini eli maşalı kovalarım. Ama hepsi gündüz gözüyle yaşanıyorsa eğer.

Niye?

Çok yakın bir geçmişte fark ettim ki, geceleri küçük bir böcek gibi saklanan silik kişiliğim, gündüzleri aslan kesilerek nefes almak istiyor. O yüzden aptallık sınırında bir cesaret gündüzleri iç cebimden çıkmıyor.

Hatırlarım çok eskilerde, henüz ilkokul çağlarındayken bile Beylerbeyi'ndeki büyük bahçeli evimiz geceleri ıssız bir orman gibi görünürdü bana. Yani korkum o zamanlara kadar dayanıyormuş. Ama beni tıpış tıpış bir psikoloğun koltuğuna yönlendiren olay, 94 senesinde yaşandı.

Üniversite yıllarımda aynı zamanda mesleğimle ilgili bir firmada çalışıyordum. Aslında iş yaşantım okul yaşantımın çok önünde gittiğinden okulda fazla arkadaşım yoktu. Birileriyle selamlaşıyorsam da bu gelenekten ibaretti. (Sevgili Zübeyde hariç.) Bir gün, yine onlarca günden sonra okula uğramam gerektiğini düşündüğüm bir gün, bir arkadaşımızın babasının ölüm haberini aldığını öğrendim. Gerçi epey zaman olmuş, ben yeni öğrenebilmişim. Öğle vakti konuşmaya başladık. Beceremem ki 'Başın sağolsun,' diye sıradan taziye cümleleri kurmayı. Lâfı dolandırmadan, 'Kendini nasıl hissediyorsun?' diye sordum hemencecik. Ailesi Adapazarı'nda yaşıyordu, ablası İstanbul'da çalışıyor, kendisiyse ailesinin parasıyla okuyup kimi zaman ablasında, kimi zaman kendi evinde kalıyordu. Babanın ölümüyle maddi dengeler epeyce bozulmuş. Bir hayli borç harç kalmış, ablanın kazandığı ancak kendine, evinin giderlerine yetiyor, anne desen öyle... Çalışmam lâzım, dedi. O günden sonraki ilk iş günü patronumuza ufak çaplı yalvarmakla kendisine iş imkanı sağlayabildim. Ama patronumuzun şartı kısa süre denemek, eğer uygun bulmazsa çıkarılmasını kabul etmekti.

Okulla iş tecrübesinin dağlar kadar farklı olduğunu anlayacak kadar süredir iş hayatındaydım. Arkadaşımın bir an önce tecrübe kazanmasını ve hatırı sayılır haftalığıyla hayatını sürdürebilmesini istiyordum. Ona bir gece bütün bilgilerimi anlatmak teklifinde bulundum.

O sıralarda kaldığı ablasının evine gittik akşam üzeri. Çarçabuk yenilen akşam yemeğinden sonra hızla tüm bilgilerimi ona anlatmaya çalıştım. Yazdık, çizdik, notlar tuttuk... Saat 1'e yaklaşırken epeyce yorulmuştuk ve zaten ilk gün için bu kadar bilgi yeterince çabuk edinilmiş bilgiydi. Onlar odalarında, bense salonda kurulan kanepe yatağımda uyumaya başladım. Kısa bir süre sonra etraftan sesler gelmeye başladı. Gözlerimi açtıysam da zifiri karanlıkta hiçbir şey göremedim. Sesler giderek arttı. Çok korktum ve korkumdan gözlerimi bir daha açmaya cesaret edemedim. Derin soluk alıp vererek uykuda olduğum izlenimi yaratmaya çalışıyordum. Çünkü eğer eve bir hırsız girdiyse, işini bir an önce bitirip defolup gitsin istiyordum. Salon Amerikan Mutfak tabir edilen açık bir mutfakla birleşiyordu. Giriş katıydı ve demir korkuluklar yoktu. Mutfak camının halkalı perdesinin tek tek kenara doğru itildiğini duyuyordum. Ardından gelip hemen dibimdeki televizyon sırtlandı. Açık pencereden hafif esen rüzgarı algılamak hiç de zor değildi. Ardından camdan atlanılıp, televizyon yere bırakıldıktan sonra tekrar eve girildi. Etrafımdaki türlü eşyalar yoklanıyordu, bütün kutuların hatta mutfak dolaplarının bile içlerine bakıldı. Koridorda yürüdüğünü anlayabiliyordum, yerdeki tuhaf kaplamanın sesini daha eve girer girmez hafızama kaydetmiştim çünkü. Koridorun sonundaki iki odada arkadaşım ve ablası yatıyorlardı. Ablasının odasına girdi önce, dolap kapaklarını hafif gıcırdatarak açıp kapadı. İnanamıyordum! Bu sesler karşısında onların uyanmamış olmasına inanamıyordum! Ve hâlâ boş bir umutla birinin kalkıp, beni de bu azaptan kurtaracak çığlığı atmasını bekliyordum. Onların yanında olduğundan kesin emin olduktan sonra saldırıya geçebileceğimi hissediyordum. Fakat hâlâ gözlerim kapalı bir halde sesleri ayırdetmeye, aynı zamanda derin uykuda olduğum görüntüsünü vermeye çalışıyordum. Derken hırsız, arkadaşımın odasına girdi. Arkadaşım bileğine sıra sıra kalın gümüş bilezikler takardı o zamanlar. Birden, arkadaşımın tuhaf sesler çıkarmasını takiben, bileziklerden gelen ve neredeyse ufak çaplı boğuşma sesleriyle dona kaldım. Kıpırdayamadım! Kendime ettiğim telkinlerin haddi hesabı yoktu ama zaten belden epeyce hasarlı durumu olan ben, saatlerdir kıpırtısız o koltukta acımı katlamış olmama rağmen kıpırdayamıyordum bile! Dahası belki de arkadaşım bayıltılıyor, hatta öldürülüyor olabilirdi ve ben KIPIRDAYAMIYORDUM! Ben! Hani şu herkese 'dayılanan', kavgaya gözü kapalı dalan BEN!

Tahmin ettiğim şey oldu, sesler kesildi. Ne bileziklerden, ne boğuşmadan sesler gelmiyordu artık. İçim sızım sızım ağlıyordum. Kıpırtısızca ve hiç belli etmeden, içimde yanan kor ateşleriyle ağlıyordum! Zaten artık kıpırdama şansımı da yitirmiştim, belki de o sadece bir hırsız değil, aynı zamanda bir katildi de! Karanlık buz gibiydi! Gözlerimi çok azıcık araladım. Hiçbir şey, ama hiçbir şey görünmüyordu. Sesler yakınlaşınca hemen sıkı sıkı yeniden kapadım. Ve o anda çok yakınlarımda hissediyordum ayak seslerini ki birden verdiğim nefes önümdeki bir şeyden bana geri üfürdü! Tanrım! Dibime kadar girmişti! Nefesim onun yüzünden yansıyor olmalıydı!

Birden kesildi. Bütün sesler, her şey kesildi! Epeyce bir süre tek bir tık dahi duymadım. Ve ardından kapalı gözlerimi bile delip geçebilecek kadar aydınlanan gün, cesaretimi yeniden toplamamı sağladı. Yükselen gün ışığıyla gösterişli şovla bir aslan doğuyordu sanki. Üzerimdeki yorganı anında tepeleyip attım. Ayağa kalkıp koridora dikildim. Elime, kendimi korumamı sağlayacak ilk şeyleri geçirmek istedim. Biri önceki geceden aklımda kalan koltuğun üstündeki makas, diğeriyse arkadaşımın ölen babasının çerçevelenmiş fotoğrafı.

'Çık dışarıııııı! diye var gücümle bağırmaya başladım. Ses gelmedi, sonra tekrar bağırdım. Ardından arkadaşım, 'Sema?' diye seslendi sakince. Ona da bağırdım, 'Çabuk buraya gelll!' Ellerim, dizlerim titremeye başlamıştı, dudaklarımın mosmor olduğunu hissedebiliyordum, buz gibiydim. Nasıl bir sonuç çıkacağını bilemiyordum. Allah'tan arkadaşım ses vermişti de sağlıklı olduğunu anlayabilmiştim. 'Ne oldu?' diye panikle geldi yanıma. 'Hırsız var! dedim, hâlâ kıpırdamadan aynı yerimde duruyordum. Bunu söylemem üzerine arkadaşım da bir an panikledi, 'Nasıl ya? Nerede?' diye dolanmaya başladı. Ablası kalktı ve sessizce yanaştı yanımıza, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bir koşu evi dolandılar, eksik gedik yoktu ve kimse de yoktu. Bir elimde makas diğerinde fotoğraf çerçevesi çöktüm yere, yığıldım doğrusu. Ağlamaya başladım. Saat 6:30'u gösteriyordu. Gecenin 1'inden o saate kadar uyumayıp, korkunç bir gecenin içinde can çekişmiştim. Ne içindi? Çığlık çığlığa ağladım!

Bütün bunları kuran ve beni oyununa sürükleyen, şimdi bana yabancı beynime saatlerce söverek ağladım.

Arkadaşım sakinleştirmeye çalışıyordu, 'bunlar kurgu olamaz,' diye bağırışlarımın arasında ablasıyla birbirlerine bakıp şöyle dediler, 'Sema elbette kurgu değildir. Babam gelir bazen, belki de odur.' !!!

Artık kopmak üzereydim. Bir elimde sımsıkı tuttuğum fotoğraf çerçevesine baktım. Ben hayal gücümün beni kandırabilecek kadar güçlü olduğuna şaşmış ağlarken, onlar ölmüş babalarının ruhunun arada sırada kendilerini ziyaret ettiğinden bahsedip, hayal sınırlarımı gereğinden fazla zorluyorlardı. Belli ki onlar benden çok önceleri hayalgüçlerine teslim olmuşlardı.

Sonraki günler, aylar, yıllar azap zamanları oldu benim için. Ailemle birlikte yaşadığım dönemlerde, evde en ufak bir ses duyduğumda koşarak odamın kapısını kapayıp, mutlaka yan odada uyuyan anne babamın duvarını yumruklardım. Evde yalnız kalmam söz konusu bile olamazdı. Olur olmaz zamanlarda bayılır ya da bayılacağımı sanırdım. Arabayla ne zaman köprüden geçsem, sanki o anda bayılıp direksiyon hakimiyetimi kaybedeceğim ve trafikte öleceğim korkusu yaşardım. Bir gece su içmek için mutfağa gittiğimde bayılmışım, kendime geldiğimde ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırmış bir halde, başımı yere vurup dururken buldum ve bu, durumumun ne kadar vahim olduğunu anlamama yetti.

Sonra psikolog dönemleri başladı benim için. İki farklı psikologla iki başarısız seanstan sonra (ki bunlardan biri her şeyi cinselliğe dayandıran, diğeriyse sorduğu sorular karşısında 'bak nasıl bildim ama!' edası takınan mesleklerinin yüz karası kişilerdi) en sonunda M. Hanım'la tanıştım. Sıcacık başladı her şey. Dedikodu yapan iki kadın gibiydik ve bana lâzım olan da buydu. Beni seanslar boyunca çok zorladı. Yetmedi seans öncesi kendisine yazarak fakslamamı istedi. Yazdıklarımı keyifle okuyan ifadesini görebiliyordum. Onun desteğiyle yazıya sımsıkı sarıldım. Ve bu gün öyküler yazabilen, bir blogta yazdıklarını paylaşabilen, hatta roman yazma deneyimiyle sınırlarını geliştiren biri olmamda, onun güdüleyici desteği büyüktür.

Karanlık tamamen, bir korkumun kafamda biçimselleştirilmiş hali. Aslen güven duygusunun bendeki çöküşünün olumsuz bir izdüşümü. Hangi konuya duyduğum güçlü güvensizlik olduğuysa hâlâ bende saklı.

Uzayan aralıklarla yıllar süren terapi sürecim sonlanmaya yakın, ağlayarak fark ettiğim gerçeklerle biraz olsun rahatlamıştım. Ama gerçeği bilmek korkumu yendiğim anlamına gelmiyordu. Çünkü üst beynim mantıksal olarak en doğru yerde olsa da alt beynim hâlâ çocuksu ruhunu kaybetmeden sızlanıp, kendi istediği olsun istiyordu.

Evlendim. Eşim için ilk günler kabus gibiydi. Eskisi kadar şiddetli olmasa da evdeki tıkırtılar hâlâ kurgusallığımı körüklüyordu. Kaç geceler boyunca evdeki tüm koltukların altlarına, buzdolaplarının arkalarına bakıldı... Gerçi hoş, bu derdimden haberdardı ama yaşamak farklı etkiledi onu. Bana inanılmaz sinirleniyordu. Çünkü o güçlü kadın Sema'ya aşık olarak evlenmişti. Karşısında böyle bir acizlik görmek şaşırtıyordu onu.

O da alıştı. Benim korkum zaman zaman tavan yapsa da azalarak sürdü.

Ve bir gün oğlum dünyaya geldi. Canım yavrum... Artık korkmamam gerekirdi. Korumam gereken minik bir can varken, korkudan sinmiş bir böcek gibi yaşamak mümkün değildi. Ama gel de bunu içimdeki huysuz çocuğa anlat... O da karanlıktan korkmasın diye ziyadesiyle ışıklı mekanlarda uyutuyordum. Ne büyük bir yanılgı!

Oğlum 16 aylık olmak üzere. Ve ben ilk defa bundan yaklaşık bir ay önce onu tamamen karanlık ortamda yatırdım.

Bir gün eşimden bir mail aldım. İnternette dolanan maillerden biriydi bu fakat normalde bana gönderirken başkalarını da gönderi listesine eklerken, bu kez yalnız bana göndermişti.
Geceleri ışıklı ortamlarda uyumanın hücrelere verdiği zararla ilgiliydi bu yazı. Özellikle gece 1 ile 5 arasında, kanserli hücre oluşumunu engellemek için karanlıkta uyunması gerektiği dikkatle belirtiliyordu.

Doğru mudur yanlış mıdır bilemem ama işte o gece, yıllardan beri karanlıkla sürdürdüğüm savaştan, benim zaferle ayrılma günüm oldu.
Oğlum için, onun sağlığı için tüm korkularım tepetaklak oldu. Tüm huylarım neredeyse bir çırpıda değişti.

Hay annelik, sen nelere kadirsin!

Bu yazıyı yazmaya dün karar vermiştim. Hesaplaşmamın bitmiş olmasının rahatlığıyla paylaşmaktan gocunmayacaktım. Yazının başında kendimi tanımlarken kullandığım tüm kelimelerin sonuna '-dım' eklemliyim; yani öyleyDİM! Artık ne aslan, ne de böceğim. Kararında tartışmalardan öteye gitmiyorum. (Büyüdüm mü ne!:)) Geceleri sadece oğlum ağladığında yanına varırken bir şeylere çarpmamak üzere küçük bir ışık bulunduruyorum, o da zaten oğlumun odasından sızmıyor. Eğer yanımızda yatıyorsa tamamen karanlıkta keyifle uyuyoruz hep beraberce. Artık kısa süreli bir odaya girdiğimde ışığı dahi yakmıyorum. Sanki 'tavuk karası' diye tanımlanan hastalık bir anda silindi gözlerimden, geceleri de yolumu görebiliyorum artık.

Tam da yazmaya karar verdiğim sırada bu gün sevgili Sevinç'in beni, ortalarda 'karanlık'la ilgili dönen bir sobede sobelediğini okudum. Kendisine yine de vesile olduğu için teşekkür ederim.

Ben kimi sobelesem?
Sevgili Butterfly bu konuda sobelenmeye yine eskisi kadar hevesli olur mu bilmem, ama öncelikle onu ve yeni tanıdığım Aslı'yı sobelemek istiyorum.

Herkese aydınlık günler...;-)

17 yorum:

etipuf dedi ki...

arkadasinin evindeki olaylari okurken tam altima yapiodum ki neyse kurguymus:))

hepsi gecmis gitmis semaciim...simdi iyisin onemli olan da bu hani bende yazm,isim ya postun sonuna hayuattan daha riskli ne olabilir ki ?
karanlik ne ki?

Geveze Kalem dedi ki...

O söze bayılmıştım zaten, yaşıyoruz en risklisi bu! :)

yüxexeratonin dedi ki...

ben de korkuyordum karanlıktan..aynen anlattığın gibi küçülmüş,minicik olmuş gibi hissediyordum kendimi..ama şimdi korkmuyorum hiç..çünkü buralarda yürekli olmalıyım daha da..
..
butejoy'un dediği gibi o kurguyu gerçek sanıp ödümü kopmasın diye zor tuttum ben de :)))
sevgiyle..

Geveze Kalem dedi ki...

'Buralar' dediğin yer neresi bakacağım bloğundan.;-) İlk tahmin ailenden uzak bir yerlerde okuyorsun şu anda.:-)

Sen bir de beni, o kurguyu yaşarken düşün! :S

Ayşegül Taştaban Erzincanoğlu/ Behçet dedi ki...

Sevgili Sema,
aslında bu yazını dün görmüştüm ama uzun olduğunu farkedince, daha geniş bir zamanda okumak için yarım bırakmıştım, öyle hoş yazıyorsun ki senin yazıların geniş zamanlara layık. Karanlıkla yıllar süren yüzleşmeni bugün bizlerle paylaşabilmen harika bir şey. Aslında pek çok insanın başaramadığı bir gelişim.. Harikasın.. Bazen aslında kendimizle yaptığımız mücadele, savaşların en büyüğü oluyor değil mi?

Geveze Kalem dedi ki...

Sevgili Ayşegül, yüzleşmek gerçekten çoğu kez uzun ve yorucu bir süreç. Keşke henüz bilemediğim birçok yanlışım ya da korkumla yüzleşebilecek farkındalığım olsa. Çünkü yorucu olduğu kadar insanın güven duygusunu, düşüncelerini, yaşama bakışını tazeleyen bir süreç bu -kendi adıma-. Bana her mücadele ya da bir şeylere karşı verilen savaş, yazabilirliğim adına duru bir güç katıyor gibi gelir. Her şey yolundayken, mutluluk diz boyuyken yazmam için sebep yokmuş gibi gelir ve zaten kelimeler zor kavuşur birbirine zihnimde. Ama hayatın bir ayağı aksıyorsa deme keyfime! :)) O zaman ben değil, sanki parmaklarım kendi kendine çalışır gibi hissederim. Bunu ne zamandır ayrı bir 'post' konusu yapmayı düşünüyordum. Ama zaten bu kadarla da özetlenilen bir konu olduğunu fark ettim, vesile olduğun için teşekkür ederim.:)
Ha bir de yazılarımı layık gördüğün yer konusunda da çok teşekkür ederim.;)

Unknown dedi ki...

Fiuu aman allahım dedim okurken. Olay gerçek olsaydı korkunç olurdu ama insan beyninin böyle oyunlar oynamasıda çok korkunç. Neyseki kurtulmuşsun. Bende hayatta evde yanlız kalamam(gece sabaha kadar kimse gelmiyecekse),eşim geç gelecekse mutlaka arka odalardan birinin ışığını açık bırakırım ki o tarafa korkmadan gidiyim:)
Sevgiler

Butterfly dedi ki...

Sevgili Sema ben de tıpkı Ayşegül gibi yazıyı dün gördüm ama saha uzun br zamanda okumak üzere bırakmıştım ve şimdi okuyabildim, hırsız sahnesini anlatırken sonunda hayalgücü oldacağını düşünmeden dehşete kapıldım nerdeyse, karanlıktan ben de çok korkarım ve çocukluğumda annanem derdi ki"bu ne böyle heryer fener alayı gibi yanıyor" ben tüm ışıkları yakarım evde, evet, fener alayı gibi. Ama ışıkla uymanın çocuğa verdiği zarar konusunda eşin haklı, ve ben de seni tebrik ederim, annelik nelere kadir demişsin ya,aslında hassasiyet başka birşey. Sevgiyle

Geveze Kalem dedi ki...

Merhaba Evrim, bence de 'fiuuu!' :)))
Aynı şekilde ben de eşim evde olmadığı zamanlarda diğer odaların ışıkları hatta televizyonu dahi açık bırakarak kalırdım evde, salonda kanepede uyumaya çalışarak.:) Korkumu yendikten sonra henüz böyle bir deneyimim olmadı ama zaten artık oğlum olduğu için yalnız kalmam herhalde, ya biri benimle kalır ya ben birinde.
Ne güzel, yalnız değilmişim bu karanlık orkusunda.:))

Butterfly, hassasım değil mi! :D :D
Fener alayıyla uyuyanlardan biri de senmişsin demek. Hadi ben korkumun sebebini biliyorum da siz niye korkuyorsunuz karanlıktan?

mavimantar dedi ki...

Sevgili Sema...
Okurken,korkunla hesaplaşacağın beklentisiyle arkadaşında kaldığın geceye kadar gönül rahatlığıyla geldim.Ama gece yarısından sonraki bölümünde sık sık "hadi kalk artık Sema, lütfen kalk" derken buldum kendimi...Evet çoğumuzun bildiğimiz - bilmediğimiz korkuları var.Ortaokul yıllarında tanıdığımız bir dr.un "korkularınızın üstüne gidin" sözünden ders alarak, neden korkuyorsam onunla direk yüzleşme durumuna geçtim.Çözüm oluyor mu?Kısmen evet.Asıl çözüm,korkunun kaynağını bulmak...Bu kaynağı bulamadığımız sürece,korkularımız bazen baskın,bazen çekinik ama hep bizimle birlikte olacaktır...Sen korkunun kaynağını bulmuş,ender kişilerden birisin-ki ne mutlu sana...
Bu arada,vücudun ve beynin tam olarak dinlenebilmesi için uykunun karanlık ortamda gerçekleşmesi gerektiğini duymuştum ama şimdi senden daha önemli bir bilgi daha almış oldum.
Belirtmeden geçemeyeceğim bir konuda;güçlü kalemin...Okumaktan büyük keyif aldığımı bilmeni isterim.Ayrıca,pek çok kişinin dillendirmekten çekindiği bir konudaki yüzleşmeni ve cesaretini kutluyorum.
Sevgiler...

OzLeM dedi ki...

Mavimantar'ın dediği gibi ben de küçük yaşlardayken duyduğum ve bir de sürekli annemin telkin ettiği üzere korkularımın hep üzerine giderim. Sırf bu yüzden, mesela bir dönem mağaracılık yapmıştım. Zifiri bir karanlık, sessizlik, hatta sıkışık yerler.Yerin dibi işte. Yaptım; başarabiliyormuşum işte dedim, bıraktım. Bende işe yarıyor yani bu taktik!
Kaldı ki bu korkunun sana faydası bile olmuş işte; yazı yazdırmak! Akıllı bir psikologmuş gerçekten de, farketmiş eğilimini ve pozitife yönlendirmiş korkunu. Yazın hem sadeve içten, hem akıcı, hem de sağlam. Seni okumak keyfi veriyor bir süredir bana...

Geveze Kalem dedi ki...

Sevgili mavimantar,
ben de bir süre öncesinde seni Ayşegül'e bıraktığın yorumlarla tanıyıp, bloğunu ziyaret etmiştim. Açıkçası teknik olarak zengin bulduğum bloğuna, ziyaretimi belgeleyecek bir yorum bırakamamıştım.:) Şimdi seni burada görmek güzel.
Korkularla yüzleşebilmek, dahası üstüne gidebilmek, yaşanırken o kadar kolay olmuyor ne yazık ki. Aklın bildiği ve kabul ettiğini, kalp kabul etmiyor. Engel olamıyorsun onun kendi başına buyruk hisler üretmesine. Sihirli bir şeyler olması gerekiyormuş belki de. Bir annenin çocuğunun sağlığı konusunda gösterdiği hassasiyetten daha güçlü bir sihir yokmuş demek ki benim korkum için.

Güzel sözlerin için ayrıca teşekkür ederim.
Sevgiler,
Sema.

Merhaba Özlem,
Sen korkularını, 'çivi çiviyi söker,' mantığıyla yok edebilmiş ender insanlardansın demek ki.:) Aaah ah! Keşke herkes için bu kadar kolay olsa!
Ama mesela çocuk yetiştirmekle ilgili meselelerde korkusunu körükleyecek şeylerden sakınmamız salık verilir. Yani karanlıktan korkan bir çocukla karşı karşıyaysak, onu rahat edebileceği ölçüde minimum bir düzeyde ışıklı ortamda yatırmanın doğru olduğu belirtilir. Belki de benim içimdeki çocuğun sesi, gerçek 'ben'i engelleyecek kadar çok çıkıyordu.;)
Mağaracılığı bırakmasaymışsın keşke. Hani korkunu yenmişsin falan da, belki daha ilerletebilirmişsin. Ama bakıyorum ki ikizler burcuymuşsun, sen şimdiye kadar onun yerine çoktan bir dolu uğraş koyup bırakmışsındır bile.:)

İmza:Başka bir ikizler.:)))

OzLeM dedi ki...

Aynen öyle işte! Mağaracılığın üzerinden neler geldi, neler geçti... Bir ikizlerin dilinden ancak ikizler anlar zaten. Bunu ayrıca konuşalım:-))
Blogumu ziyaretini de belgelemşsin, çok teşekkürler. Şimdi de yorumlarını yanıtlayacağım. Sevgiler...

Bocuruk dedi ki...

Bu derece değil belki ama karanlık korkusu bende de var. En çok da eşim yurtdışındayken zorlandım. Kızlarım ve ben evde yalnızsak gece kendi yattığım odada abajurun lambasını mutlaka açık bırakıyordum. Buna rağmen tam dalarken bir ses duyup zınk açıyordum gözlerimi. Neyseki çoğu zaman annemler yanımızda kalıyorlardı da atlattık o günleri. Çok rahatsız edici bir durum:( Neyseki siz atlatmışsınız.
Bu arada bayramınız kutlu olsun.

Geveze Kalem dedi ki...

Bocuruk, ah o 'zınk!'lar.:) Atlatmanıza sevindim. Sizin de bayramınız kutlu olsun.
Sevgiler...

Dikkat! biyo var ! dedi ki...

Merhaba geveze kalem
Seni bu saatte ve hem zaman olarak hem saat olarak bu kadar geç bulduğuma kızarak başlıyorum.İyi geceler:)
Sardunya dan geliyorum.O güzel tanımlı yazısına"ah ulan benim linki verecek şimdi"diye hecesle tıkladıma ama hasedimden buraya düştüm:)Senmişsin.
Seni bazı bloglarda görüp hiç uğramamıştım sanırım kendimden başka bi gevezeye tahammül edemiyorum ve evet belki kıskancım :)

Ben karanlıktan hiç korkmayan ve gözüme ufacık bi ışık hüzmesi,süzmesi,(neyiydi bilemedim şimdi)gelirse uyuyamayan bi insanım.

Ama off çok uzun ya bu diye es geçtiğim yazının kelimeleri beni yakaladı hooop başa dön ve adam gibi oku dedi.

Korkmayan cesur ben ödüm b*kuma karışarak okudum,tırstık korktum.Bu kadar kurgulama yeteneği,hastalığı herneyse üff yani,ne desem bilemedim zira beynim hoşaf oldu yazamıyom yatacam da.

Lütfen bana bir mail at.Davet edeyim isterim.

Bu halka arz blogum:)Bir de şifreli var,gelmek ister misin bilmem ki???

Sevgiler
Biyo

Geveze Kalem dedi ki...

Sevgili Biyo,
Epeyce gülerek okudum yorumunu.:))

Sardunya çok nazik bir davranışta bulunmuş. Sonuçta öyle güzel kalemler, öyle güzel bloglar var ki bu blog dünyasında,açıkçası ben de onun bu yazıyı yazması karşısında şaşırdım. Çok keyif alarak takip ettiğim bloglardan biridir onunki; farkında olmadan (ya da olarak) saklı kapılarımın tokmaklarına dokunup kaçar birçok yazısıyla. Beni bir postuna taşımış olmasından mahçup olduysam da, şimdi seni bana getirmiş ya, iyi ki yapmış diyorum.

Biz gevezeler öyleyizdir, başka gevezelerle bir arada bulunamayız kolay kolay. Ama merak etme, benim yalnız kalemimdir geveze olan.(Of inşallah beni yakından tanıyan biri bunları okumuyordur :D)

Şimdi bu 'halka arz' bloğunu ziyaret edeceğim ama diğeri için nereye mail atmam gerektiğini bilmiyorum. Acaba bu bloğundan bilgi bulabilir miyim, bakacağım.
Şimdilik sevgiler,
Sema.