Öykü - Dört Duvar Sır

|
Göğü bir avuca hapseden yüksek binalardan, bakışımsız, karanlığı yormayan, tek tük ışıklar dağılıyordu. Sokak lâmbalarının zardan bir etek gibi dökülen aydınlığında raks ediyordu yağmur. Yol kenarlarında düzensizce sıralanmış ağaçların çıplak dalları arasında sızlıyordu rüzgâr. Köşe başında yer tutmuş trafik lâmbası, yalnız koyu kırmızı ışığını salıyordu kentin damarlarına, her atımda. Çıkmaz yola doğru peşi sıra park etmiş arabaların altına siyah bir kadife gibi serilmiş karanlık, ıslak bir kedinin pırıltısıyla kesildi. Kalabalık bulutlardan kurtulan ak bir çakın, kentin kara aynalarını ışığa boyadı bir anlık. Sessizlik bekledi kısacık, devrilen bir orman gibi inen gürültü kopana dek.
Tok bir topuk sesi, telaşını kaldırım boyu serip, yitti. Topuğun, sahip olduğu bedenden utancı yankılandı sokaklar boyu. “Kaç,” diyordu sanki “Kaç! Kaç! Kaç! Çirkin emellerine varırken ben senden kaçamadım ama sen –becerebilirsen- kendinden kaç!”
Derinlerden bir inilti sızdı geceye, darmadağın, bitimsiz… Acıyla kesilen aklın, irade dışı hareketleri kadar maksatsız… Az sonra, sırrıyla kemirilip, eleğe dönen dört duvar arasından taşacak bir fırtınanın ulağıydı bu inilti, besbelli. Bir çakın daha düştü gecenin orta yerine. Sessizlik beklemedi bu kez, tüm gürültüleri sıfatsızlaştıran tek bir ezici çığlık, ardına cam şakırtılarını da katarak eridi gecenin senfonisinde. Gece, yaşayan tüm sahneleriyle bütün olmuş, tapınağından zulüm için çıkmış bir mitolojik tanrı gibi gürleyen göğe aldırış etmeksizin, kulak kesilmişti çığlığa. Meraklı bir sessizlik gezindi kentin sokaklarında. Düşmüyordu sanki yağmur, duyulmuyordu yeri öpen sesi damlaların. Köşedeki dükkânın, çalışmakla çalışmamak arasında kararsızlıkla oyalanan titrek ışıklı tabelası bile kesmişti cızırtısını. Belki sapağı görünce sarı lâmbasına göz kırptırarak yavaşlayan şu arabanın ‘klip-klap’ları da olmasa, kuytularda hıçkırıklarına sarılan küçücük bir çocuğun gözyaşlarının sesi duyulabilirdi. Öyle suskundu şimdi gece, işte öyle sessiz…
Uzun saatler boyu süren kendini bilmez çığlık ve haykırışlar, bir sirenin melankolik ezgisi ve binalara çarparak büyüyen koyu mavi ışık eşliğinde sonlanmıştı en nihayet. Şiirsel bir ayinle, gece yine teslim olmuştu güne. Bulutlar aydınlığın ilk saatlerinde af diler gibi huzurundan çekilmişti güneşin. Telaşa doludizgin koşacak bir zaman dilimi başlıyordu güneş krallığında. Dar yolun geçitsiz ucunda, bir karga kozalak didikliyordu meraklı çırpınışlarla. Güneşin yaladığı kaldırıma serilmiş kedinin dikkatine girince, irkildi her ikisi de. Karganın iki damla katran gözleri kararlılıkla tutunuyordu kozalağa. Oysa kararsızdı kedi, belki karga sıçramasaydı yerinde, serecekti yine tüylerini gerisin geri. Başıboş bir takip başladı aralarında. Çok sürmedi, karga önce bir arabanın tepesine, oradan da bir çöp konteynerinin kenarına uçtu, kondu. Tepeleme dolmuş çöpobur konteynerin kapağı doymak bilmez bir edayla aralık duruyordu bir girintide. Dört tekerleği yolun en ırak köşesine çevirmişti yönünü, her an kaçmak ister gibi. Beline yaslı camı kırık şu dolap kapağı olmasa… Ah etrafına sıra sıra dizilmiş bu kırık dökük eşyalar olmasa, gece boyu o yakıcı çığlıkların en yakın tanığı bu paslı teneke, nedenini bilmediği bir öfkeye hedef olmuş bu eşyaların yarattığı ızdıraptan kurtuluşu, oradan usulca uzaklaşmakta bulurdu mutlaka.
Bodur bir erik ağacının yapraklarını yellendirerek uçtu karga. Dolap kapağının kırık camında, acının parmak izi gibi okunan birkaç damla kurumuş kanı kokluyordu kedi. Cilalı yüksek binaların arasında kambur bir ihtiyar görünümüyle çakılı kalmış yarı yüzyıllık apartmanın, ağır demir kapısı açıldı. Kederin ortaya serilmiş son tozlarının da süpürülüp doldurulduğu büyükçe bir karton kutuyu taşıyan adam, bir yapbozun eksik parçalarında aklının merakla takılı kaldığı apaçık görülebilen ifadesini yüzüne asmış, yürüyordu çöp konteynerine. Arkasından kapı bir kez daha açıldı. Soluk tenli, mağrur, atmışlarında oyalanan bir kadının kırışık, benekli elleri, ürkek bir kızın küçücük pembe avuçlarıyla kenetlenmişti. Acının son paketi de bırakılınca atık istifine, kelimeler savruldu yaşamın tanıklığında çevreye.
“Sağ olasın Dursun Efendi, yorduk seni.”
“Ne demek Rabia Hanım teyze. Ne olacak şimdi bu sabi?”
“Götürüyorum.”
“Vah vah. Çıkar mı ki Zerrin Hanım, anası?”
“İnşallah düzelir en kısa zamanda.”
“Valla çığlığı duyunca hemen çıktım yukarı. Bir baktım ki talan etmişti bile ortalığı. Sabi de yavrucak saklanmış korkudan dolaba…”
Mantosunun yakasındaki kürkü, gelecek muhtemel sözleri savuşturur gibi kaldırıp, “Tamam Dursun Efendi, anahtar sende, camcıları çağırır, yollarsın bana ödemeye,” diyerek yürümeye başladı kadın.
Küçük elin sahibi kırdı boynunu. Gözleriyle anlamsızca yeri tararken, yürüdü kadınla ağır aksak.
“İyi ki geldin anneanne.”
Avucunu sıktı kadın. “Tabii gelecektim kızım, seni yalnız mı bırakacaktım?”
“Çok korktum.”
“Geçecek merak etme.”
“Size mi gidiyoruz?”
“Hıı...”
“Dedem evde mi?”
“Bilmiyorum.”
“Anneanne?”
“Efendim?”
“Dün dedem bizdeydi. Ben uyudum sonra annemin… annemin çığlıklarına uyandım. Korkup dedeme bakındım evde. Gitmişti.”
“Dur geçme araba geliyor.”
“Anneanne, belki dedem gitmese annem delirmezdi.”
“Geç şimdi, hadi.”
“Anneanne?”
“Efendim?”
“Annem… annem niye ‘Kızımı sevme!’ diye bağırıyordu hep?”
Günün telaşına düşmüş yollar boyu dağılan birkaç insanoğlundan gayrı etraftaki tüm varlıklar; ağaçlar, sokak lâmbaları, evler, çöp yığınları ve daha birçokları, gecenin sırrını açık edecek bir cevap için usulca eğildi üstlerine. Mağrur kadın suskundu. Değil ki bir çocuğun sorusu, bir yaşamı harcamak uğruna olsa bile, bu sırrı kibir dehlizlerine gömmeyi göze almış bir suskunluktu bu. Ama eğer anlam bulmak için bekleşen bu varlıklar yollar, caddeler, sokaklarca ötelerde, genç bir kadının haykırışlarını duyabilselerdi, sırrın olduğu kadar bir yaşamın harcanma öyküsünü de okuyabilirlerdi.
“Kızımı sevme! Kızımı sevme baba! Sevmeeee! Beni sevdiğin gibi sevme!...”
Soğuk demir bir yatakta zorlukla zapt edilmeye çalışılan genç kadının damarlarına uyuşturan sıvı enjekte edildikçe, yıllarca saklandığı belli zehirli sır, yılankavi kıvrımlarla kaçıyordu özgürlüğe.
“Sevmeee! İkimizi de sevme! Sekiz yaşımdan beri baba dediğim adam! Sakın sevme! Ona elini bir daha sürme! Bana sürdüğün gibi… Kızımı koru anne! Ama beni koruduğun gibi değil! Onu elden değil, en yakınındakinden koru! Anneeee… İnanmadın! Bana hiç inanmadın! Kızım piç değil! Konu komşuya anlattığın yalanlardaki gibi zamansız ölen aşkımın bana mirası da değil. Ama yine de o benim kızım anne! Hiç inanmamış olsan bile; kocanın da! Onu koru anne! Lütfen koru, kocandan koru! Sekiz yaşımdan beri baba dediğim adam, sakın kızımı sevmeeee!...”
Bir hastanenin soğuk beyaz duvarlarını aştı sözler, yankıları dağıldı bahçesine.
Cılızlaşarak çarptı bir ağaca.
Yaprağa değdi, yaprak düştü.
Kurumuştu.

2 yorum:

duygu dedi ki...

sağ elim kalbimin üzerinde, gözlerimin birbirine en yakın olduğu yerden akan gözyaşları dudaklarımı ıslatarak okudum yazını...
şu yaşadığımız dünyanın herhangi bir yerinde, hergün binlercesi yaşanıyor bu öykünün... acı...
kahroldum...

Geveze Kalem dedi ki...

Duygu,
Çok teşekkür ederim.
Güneşli bir sabah vakti yolda yürürken, bir çöp konteynerinin kenarına dizilmiş birkaç parça eski, kırık eşya görmüştüm. O görüntüden bu öykü çıktı.
Düşünmek istemesem de bu ve benzeri ne çok bilmediğimiz olay yaşanıyordur kim bilir.
Sevgilerimle...