HATIRLA!

|

İki gündür çam ağaçlarıyla çevrelenmiş bir yerdeyim. İki gündür onlara konuşuyorum. Bir de engin denize... Arada ne söz var, ne ses... Ama kelimelendiremediğim ne çok duygumu, düşüncemi biliyorlar... İki gündür zihnime saplanmış bir bıçakla yaşıyorum. Kıpırtısız duruyor orada. Çekip çıkarmayı becerebilsem, kan olup dökülecek tüm hislerim. Bilmemeyi seçer gibi tutuyorum o bıçağı orada. Bir çekebilsem, oluk oluk kan gibi akınca içimde ne varsa, damla damla söze dönüşütürür, anlardım ben de derdimi. Ama korkuyorum be arkadaş! Yüzleşmek bazen hiç olmadığı kadar zor geliyor insana.

Zaten anlamlı anlamsız, gelişi güzel cümleler kurmaya çalışmamın nedeni de bu. Kırılsın istiyorum bir şeyler, oyukları çomakla büyütmak istiyorum, ya da şirazeyi dağıtayım, dağılsın tüm yapraklar, dökülsün sözüm ona 'yanlışlıkla', kendimden saklamayı seçtiğim ne varsa. Bu sebepledir ki cümlelerimi siz ikinci, üçüncü şahıslardan çok, kendim için sıralayacağım. Gerçeğimin bilmecesini çözmek için kuracağım denklemlerimi. Eğer yazıyı okuyup da hiçbir şey anlamazsanız, ne beni suçlayın ne kendinizi. Soyut bir resme baktığınızı farzedin, unutalım gitsin.

İpin ucunu yakalayabilirsem, bu yazının maksadına geleceğim.

Önce birçoğunuzun ütopik bulacağı bir yaşam çizmek istiyorum sizlere. Lütfen hayal edin;

Muhteşem bir yaşamınız var. Neyi arzuluyorsanız tüm yaşamınız bunlarla çevrili. Birçoğunuzun aklına ilk gelen şeyin 'deli para' olduğunu biliyorum. Varsın olsun. Lüks malikanelerde, her işinize koşan yardımcılarla, yediğiniz önünüzde yemediğiniz arkanızda bir yaşam hayal ediyor olabilirsiniz. Kapıda cip, evde olimpik havuz(!), hem de denize sıfır, birkaç bankadan bol haneli cüzdanlar, İsviçre bankalarında kasalar, kimine dünya güzeli kadın, kimine bir içim su adam, hatta terasta bir helikopter pisti, 100 metre ileride özel uçağınızın havaalanı, pilot her an hizmete hazır, sabah kahvaltısı Paris'te, öğle yemeği Venedik'te, akşam... akşam olmaz, annenize sözünüz var(!), dünya tatlısı evlatlar, hem de ne ağlar ne sızlar, hep güler kahkaha atar, her işlerini kendileri yapar, tüm markaların koleksiyonu siz nereye derseniz oraya getiriliyor, dolaplar dolmuş taşmış; ferre, versace, louis vuitton, ulysse nardin, yves saint laurent... Ne sağlık sorununuz var, ne ilişki sorununuz, kilolar yerinde, vücutlar fit, şeker 80, kolesterol 120, (belki de bu değerleri sallıyorumdur, bilemedim şimdi)...

Uzatmayalım efendim, sonuçta öyle bir yaşamın içindesiniz ki, daha isteyebileceğiniz toplu iğne başı kadar bir şey yok! Zaten isteseniz de elde etmek elinizde. Yeter ki isteyin, hemen oluyor. Her şey şahane!

Ama aynı zamanda duyarlı da bir insansınız. Duyarlıdan da öte; öyle birisiniz ki, tüm bu sahip olduklarınızın, dünya çıkarı karşısında hiçbir öneminin olmadığını düşünüyorsunuz. 'Bana dokunmayan bin yaşasın'cılardan hiç olmadınız ve mizacınız da buna uygun değil. Biri dese ki, dünyanın kurtuluşu sen ve senin gibi bir gurup insanın elinde. Şimdi, şu anda, bir elini yağdan, diğerini baldan çekip, bizimle dünyayı kurtarmaya var mısın? dese?...

Kabul ettiniz bile! Ve inanın düşündüğünüz gibi deli falan da değilsiniz.

Görev kâğıdı elinize ulaşıyor; çok özel bir makinayla geçmişe gideceksiniz. Hayır çocukluğunuza falan değil. Dedenizin zamanına da değil. Daha eskiyi hayal eder misiniz lütfen? Abartmayalım dinazor çağına kadar gitmedik! Gittiğimiz tarih ortaçağ olsun mesela. Hani insanların yokluk içinde yaşadıkları, meydanlarda herkesin gözü önünde kafaların uçurulduğu, bir gıdım ekmek için büyük savaşların yapıldığı, günlerce hatta aylarca su yüzü görmemiş çaputların giyilmek zorunda olduğu, vebanın ve daha bilimum hastalığın kol gezdiği o zamanlara...

Ama bu makina öyle bir şey ki, siz aslında buradan ayrılmayacaksınız, sadece kafanıza geçirilen bir aygıt sayesinde, o dönemlerde herhangi bir kimlik olarak yeni bir siz doğuracaksınız. Tamamen seçimle ve hayal gücüyle... Buradaki gerçek özünüz makinanın başında dururken, ortaçağ döneminde size ait, sizin hayal ettiğiniz yeni bir yaşam başlayacak. O yaşamı dilediğiniz gibi yönlendirebilirsiniz, bu sizin elinizde. Oraya gittikten sonra, hayalinizde ne varsa, oradaki yaşamınızda da uygulayabilirsiniz. Ama bir sorun var; makina henüz çok yeni, tam verimli çalışamıyor ve o döneme gidip yeni bir insan olarak doğduğunuzda, bu yaşamınıza dair hiçbir şey hatırlamayacaksınız! Yani en basiti, o yaşamı hayal gücünüzle dilediğiniz gibi yönlendirebiliyor olduğunuzu bilemeyeceksiniz. Ve bunu ne kadar kolay başarabildiğinizi de.

Ağır bir şart bu.

Ve henüz görevinizi söylemedik. Şartlar her ne olursa olsun sevgide kalmak ve oradaki yaşamınızı tamamen hayal ederek yönlendirebileceğinizi hatırlamak. Dolayısıyla, her zaman en karanlık çağ olarak hatırladığımız o çağa aydınlık getirebilmek. Bu yaşamınızda mutluydunuz; ne arzu ediyorsanız sizindi. Tüm bunları kendiniz başarmıştınız. Daha basit anlatımla; istemiştiniz olmuştu. Bunu burada yapabildinizse, elbette orada da yapabilirsiniz. İstersiniz ve olur! Her şey bu kadar basittir. O çağdaki yaşamınızda, bir parmak şıklatması gibi basit bir işlemle(sadece yürekten arzulamakla) en güzel şeylere sahip olmaya başladığınızı gören insanlara, bunun hiç de zor olmadığını anlatmanız gerekiyor.

Yani önce gerçekte KİM olduğunuzu ve nasıl bir güce sahip olduğunuzu hatırlamak, ardından bunu insanlıkla paylaşmak, 'karanlık' diye bilinen o çağı yeniden yazarak, AYDINLIK çağa dönüştürmek aslî göreviniz. Ve korkmayın, yalnız değilsiniz. Sizin gibi aynı göreve soyunmuş yüzlerce, binlerce insan da orada olacak. Yolculuğunuzu onlarla paylaşabilirsiniz. Ama bu paylaşmaktan öteye gidemeyecektir. Sizin için yapabilecekleri çok bir şey yok, gönülden destek olmak dışında. Keza onlar da aynı durumdalar. Ama kimliğinizi size hatırlatmak için, bu çalışmayı yürüten birçok insan, zamanlar arası yolculuk yapabilen makinanın çevresini kuşatmış bir halde, size zaman zaman ipuçları fısıldayacak. Bazen koca koca metinler gelecek önünüze, okuyacaksınız. Buradaki bir gurup yardımcınız size 'sizi' hatırlatacak sayfaları gönderip duracak. Hiçbir şey hatırlamayan yeni kimliğiniz bunları duyduğunda ya da okuduğunda inanırsa, yürekten inanırsa, o dönemin sığ düşünce sistemine kapılmayıp, tüm bunların gerçek olduğuna inanırsa, muhteşem şeyler hayal etmeye başlayıp, içinden çıkılamaz olarak gördüğünüz o berbat yaşamı bir anda muhteşem bir yaşama dönüştürebileceksiniz.

İNANÇ! GÜVEN! Yalnız ve yalnız KENDİNE GÜVEN! Tüm mesele bu!

Nasıl bir görev bu?

Değer mi şu güzelim yaşamınızı bırakıp, bu zorlu yollara gitmeye?

Ama siz "DEĞER!" dediniz. Çünkü işin içinde insanlık var. Kurtarılacak yaşamlar var. Çünkü işin içinde Dünya var! Ve siz bunlara arkanızı dönemeyecek birisiniz. Size 'melek' dersek, abartmış olmayız herhalde.

. . .


Çok mu ütopik buldunuz bu anlattıklarımı? Peki ya gerçekse? Mesela bugün yaşadığınız(ı sandığınız) her şey, aslında herhangi bir zaman diliminde (ya da zamansızlık içinde) muhteşem bir yaşam sürüyorken, görev gereği geldiğiniz bu döneme ait hayaller kümesiyse?

. . .


Hikayemize geri dönüyoruz şimdi. Kafanızdaki o aygıta bağlı bir halde, hem varlığınızı şu anki durumunuzda hissediyorsunuz, hem de ortaçağda yarattığınız o kişiliği yaşıyorsunuz. Görev tamamlanmadan o koltuktan kalkamazsınız. "Varım!" dediniz bir kere. Oradaki benliğiniz, size sunulan hatırlatıcı ipuçlarına inanıp inanmamakla boğuşurken, buradaki benliğiniz de "ya hatırlayamazsa?" kuşkularıyla boğuşuyor. Çünkü o koltuktan kalkıp, yeniden evinizin olimpik ölçülerdeki yüzme havuzunda ter atmak, yardımcılarınızdan her birinin size meyve kokteyli, bornoz, çıtır çerez taşıması için sabırsızlanıyorsunuz. Ama görev gereği yarattığınız o lanet kişilik, bir türlü bu gerçeklere inanamıyor. Hâlâ daha "yok artık! mümkün değil!" diye ortalarda dolanıp duruyor ve midenizi kaldıran o iğrenç sularla bulaşık yıkayıp, kokudan burun direğinizi sızlatan salkım saçak kıyafetleri giymeye devam ediyor.(!)

Ama azimlisiniz, (ve bir bakıma mecbursunuz) o kişiliğe tüm bunların hayalden ibaret olduğuna inandıracaksınız.

Uzatmayalım, uzun süren çalışmalar, çabalar sonucunda bunu en nihayet başarıyorsunuz. Siz ve size destek olan teknik ekibin sözleri, ortaçağda yaşattığınız o kişilik üzerinde etkisini göstermeye başlıyor. Artık sizin özünüze ve varlığınıza koşulsuz inanıyor. Yaşadıklarının sanaldan ibaret olduğunu biliyor ve yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyor. Her yalnız kaldığında sizinle konuşuyor. Sizi duymuyor ve görmüyor ama önüne serilen o çarşaf çarşaf yazılı metinler sayesinde, sizin her an onu izlediğinizi, her söylediğini duyabildinizi biliyor.

Ama bir pürüz de bu noktada baş gösteriyor. İnanma adımından sonra, yalnız hayal gücünü kullanarak mükemmel bir yaşam yaratabilmesi gerekiyor artık. (ki bu güç elinde) Fakat bu kişilik bunu nasıl yapacağını bilmiyor. Siz bu tarafta yırtınıyorsunuz, "ulan alt tarafı hayal edeceksin! Başına bir şey gelmez merak etme! Hiçbir şeyini kaybetmeyeceksin! Kaybetsen bile bunlar senden gitmesi gereken şeyler olacaktır. Önemi yok! Bak emin ol buralar şahane. Her şeyin en mükemmelini yaşıyorum. İstersen orada da bunu yapabilirsin. Kavuşmamız lâzım. Görevini senin orada, benim de burada tamamlamamız lâzım. Sen orada yarım, ben burada yarım... Birleşmemiz lâzım. Kendimiz için, insanlık için bunu yapmamız lâzım!"...

"Deniyorum olmuyor!" diyor size, "Başaramamaktan KORKUYORUM! Seninle yeniden 'bir' olamamaktan korkuyorum! Buralara çakılı kalmaktan korkuyorum!" diye bağırıyor. Eğer özünüzün beğenebileceği gibi hayaller kuramazsa, kendini hayallerine koşulsuz teslim etmezse,yeniden birleşme olamayacağını biliyor. Bunun yerinde saymak anlamına geldiğini biliyor. Yaşadığı ağır şartların hiçbir zaman bitemeyeceğini, sizinle, sizi memnun edecek bir sonuçla feraha ulaşamayacağını biliyor. Sizin(özünüzün) yaptığı hiçbir şeyden memnunluk duymayacağınızdan, ondan vazgeçmenizden ve onu sonsuza kadar o yaşama terk etmenizden KORKUYOR! Bu öyle bir korku ki, asla size "yaptıklarımdan memnun musun? Başarabiliyor muyum? Beni de o muhteşem yaşamına alıp, benimle yeniden 'bir' olacak mısın?" diye sormak istemiyor. Çünkü 'hayır' diyecek olmanızdan korkuyor. "Başaramadın, üzgünüm. Seni bu yaşamda terk edip, yeni bir yaşam hayal ederek bu görevi onunla sürdüreceğim," demenizden çok korkuyor.

Ve böylece sizi oyalamaya başlıyor, sırf o duyması muhtemel olumsuz yanıtı almamak için. Eğer hayal etme denemelerini sürdürürse ve hayal etme yöntemlerini sürekli değiştirip durursa, başaramayacağından kuşku duymaya devam edip, bu oyunu oynamayı sürdürürse, o soruyu size sormayı geciktirirse, alması muhtemel olumsuz cevabı da geciktirecek. Kısacası; sizin 'hayır'ınızı duymaktansa, o soruyu sormamayı ve berbat da olsa o yaşamı sürdürmeyi tercih ediyor. Görüyor musunuz şu 'KORKU'nun yaptıklarını?

Gerçi o bilmiyor ama sizin de durumunuz ondan farklı değil. Siz de yarattığınız o kişilikle yeniden 'bir' olamamaktan, görevi tamamlayamamaktan, şu lanet koltuktan kalkıp, özel uçağınıza atladığınız gibi Tayland'da bir ikindi 'drink'i alamamaktan fena halde KORKUYORSUNUZ! Ve şakası bir yana, yarattığınız o kişilikle birleşemeyip, tüm yaşamınız boyunca kendinizi yarım hissetmekten fena halde korkuyorsunuz.

Ve böyle başlıyor uzun ayrılıklar. Ve böylece yaşanamıyor kavuşmalar.

Bildiğiniz 'siz' ile, içinizdeki siz kavuşamıyor bir türlü. Kavuşma olmayınca özlem artıyor. Özlem arttıkça öfke büyüyor. Öfkenizle birlikte korkularınız da büyüyor. Tüm korkularınız, öfkeniz, yaşamın dev mıknatısından ne kadar olumsuzluk varsa çekiyor kendine. Yaşamlar böyle harcanıyor. İnsanlık böyle böyle dibe çekiliyor.

Hani siz melektiniz? Kim çaldı sizin meleksi enerjinizi? Kim köreltti iyi niyetinizi? Hani insanlık, kahramanlık, sevgi, hoşgörü? Karanlık galip geldi! Korku sizi yendi. Yanıbaşınızda sürekli hiçbir güzelliğe ulaşamayacağınızı fısıldayan bir varlık gibi dikiliyor artık. Niyetlerinizi baltaladı. Yapabileceğiniz şeyleri baltaladı. Güzelliklere ulaşmanızı baltaladı. "Ya olmazsa?" endişeleriyle kaybedilen zamanları çoğalttı. Her iki kişiliğin, her iki zaman dilimindeki (ya da zamansızlıktaki) esaretine neden oldu. Geçmişler olsun...


Yani sevgili dostlar, içinde bulunduğumuz tüm olumsuzları yaratan bizleriz. Mutlu olmayı beceremeyeceğimiz korkusuyla, mutlu olmayı hak etmediğimiz yanılgısıyla, mutluluğumuzu her daim baltalayan yalnız ve yalnız kendimiziz.

Aynaya baktığınızda bedeninizi görüyorsunuz. Bir de ruh var içimizde pîrüpak! O sahiden bir melek. Siz de öylesiniz bu bedeninizde bile. Ne o yakıştıramadınız mı? Siz melek olamaz mısınız? Duyamadım, kötüyüm mü dediniz? Beceriksizim, başarısızım, kaderim kötü, şanssızım, zavallıyım... mı dediniz? Bunu sahiden siz mi söylediniz? Ne kadar eminsiniz? Her şeyin bağışlayıcısı olduğunu söylediğiniz Tanrı, sizi böyle yaratmış olabilir mi? Şu yanıbaşınızda dikilmesine neden olduğunuz karanlık bunu size söyletiyor olamaz mı? Lütfen hatırlayın, bu varlığı siz yarattınız. Korkuyla başladı her şey ve ayrılık acısı, öfke eklendikçe büyüyüp simsiyah bir varlık oldu, esir aldı en nihayetinde sizi. Ruha melekliği yakıştırabiliyorsunuz da, şu bedenle sürdürdüğünüz yaşamınızdaki 'siz'in melek olduğunuza neden inanmıyorsunuz? Sizi kabul etmemesinden korkuyor olabilir misiniz? Ve böylece kavuşmayı uzatmayı seçiyor olabilir misiniz?

Karanlığı siz yarattınız, eğer isterseniz onu yok etmeyi de seçebilirsiniz.


Saat sabahın 4'ü olmak üzere... İki gündür(artık üç oldu) çam ağaçlarıyla çevrelenmiş bir yerdeyim. İki gündür onlara konuşuyordum ve bir de engin denize. Bu gece kendime konuşmaya başladım artık. Sizi bilmem, ben anladım derdimi. Şimdi oyunun ilk yarısı bitti. Ekrana bakıyorum, "Level Two" yazıyor. Ya tıklayıp devam edeceğim, ya da...


İyi geceler dostlarım...


(Not: Dün gece yazdığım bu postu yayımlamaktan vazgeçmiştim. Demiştim ki kendime, "Madem kendini anlamak için yazıyorsun, milleti karıştırma bu işe." Ama başkaları da okumayı seçerse, neden okumasın ki?)

(Tobias'a Not: Son şaud'unda dağıttın beni. Bu toparlanmaya başlamanın ilk adımı mı demek?)


Sevgilerimle...

12 yorum:

Belgin dedi ki...

Gevezem, ne güzel anlatmissin, inan bir an yanimdaki karanligi görür gibi oldum. Ama benimki bayagi kücülmüs gibi geldi bana:))
Karanliklardan tez zamanda kurtulmamiz dilegiyle sevgilerimle

Belgin dedi ki...

Gevezem, bu arada benim icin türk kahvesi icip, yildizlari seyrettinmi:))

Ayşe dedi ki...

vayyyy... bak ben bu son şaudu çok merak ettim şimdi... :)
hemen okuyacağım...neymiş bu ya böyle...
''take it easy'' diyesim geldi...
:))))

Ayşe dedi ki...

ben dönene kadar bi yere gitme sakın an'da kal...:)))
geçmiş.. gelecek.. falan karıştırma şimdi...
tatildesin relax moda geç...
:))))

Primarima dedi ki...

Sen beni bir kere daha mahfettin be Geveze tamda düşünmekden vazgeçdiğim bu günlerde...

Ayşe dedi ki...

okudum hızlıca..
şunu sevdim :
Nefes al… seç… bu ya son nefesin olsun ya da izin ver her bir parçan yeniden canlansın…

1859 yılında charles dickens'in ünlü romanı ''iki şehrin hikayesi''nin açılış paragrafı şöyle :

Tüm zamanların en iyisiydi,tüm zamanların en kötüsüydü, bilgelik çağıydı ve delilik çağıydı,inancın ve inanmazlığın devriydi , ışığın mevsimi ve karanlığın mevsimiydi , umudun baharı, umutsuzluğun kışıydı, her şey önümüzdeydi ve önümüzde uzanan hiçbir şeydi, hepimiz dosdoğru cennete gidiyorduk ve hepimiz dosdoğru öbür tarafa yöneliyorduk; kısacası şimdiki dönemlerden üç aşağı beş yukarı hiç bir farkı olmayan zamanlardı ; en yaygaracı yetkililerden bazılarının kıyaslamanın yalnız ve yalnızca en üstün derecesini kullanarak iyi ya da kem olarak nitelemekte ısrar ettikleri zamanlardı...

tarih 1859...

sen yatmazsın muhtemelen :) bana iyi uykular :)))

Pusulasız Hayat Kitap Sesleri dedi ki...

O zaman, korkuyu korkutup kaçıralım üzerimizden, böylece aydınlığa çıkmak da daha kolay olur.
Çok güzeldi.
Sevgilerimle Geveze Kalem:)

Çınar dedi ki...

Gecenin bu vaktinde tesadüfen yazınızı okudum. Bana nasıl bir iyilik yaptınız bir bilseniz. Tam da çaresiz hissettiğim anda hızır gibi yetiştiniz. Siz bir melek misiniz:)
Evet ikinci yarımla kavuşmam gerek başarabilirim. Neden olmasın?
Herşey yoluna girecek,istiyorum.Yapabilirim...
Çok teşekkürler...
İyi geceler...

Geveze Kalem dedi ki...

Belginciğim, karanlığın küçülüyorsa ne mutlu sana.:)Umarım yok edersin. Yıldızlara gelince; baktım, dün gece uzuun uzuun baktım ve biliyor musun bir yıldız kaydı.Belki de senin içindir bu, bir dilek tut.:)

Ayşeciğim,çok etkilendim. Hem şaud'dan hem de yazdığın alıntıdan. San bunlara dair düşüncelerimi daha sonra maille anlatmak istiyorum. İyi ki tam tatil öncesi bana son şaud'u hatırlatmışsın, üstünde düşünmek için bundan daha uygun bir yerde olamazdım.Sevgiler...

Ebrucuğum, bir yerlerde birileri düşünmekten vazgeçmek üzere olduğunu duymuştur mutlaka ve o yüzden çıkmıştır bu yazı karşına. Bu ya da bir başkası... herhangi bir şey olabilirdi, sadece düşünmeye devam etmen içindir tüm bunlar.
Bak sen benim teklifimi sallama, şu kahve muhabbetini yineleyelim seninle.;-) Sevgiler...

Sevgili Özlem, korkuyu korkutmanın bir çözüm olmadığını okumuştum defalarca. Sonuçta korku öyle ya da böyle korkudur. Bizi korkutan şeye, "bana ne anlatmaya çalışıyorsun?" şeklinde yaklaşmak çok daha olumlu sonuç verir. Neden varsın hayatımda? Bana hangi konuda hizmet ediyorsun? Bu ve benzeri soruların cevapları zaten korkuyu hükümsüz kılar.
Tecrübeyle sabittir.;-)
Sevgiler...

Sevgili Çınar, beni okuduğunuz için ne kadar mutlu oldum bilemezsiniz. Beni tam da bu zamanınızda okuduğunuz için ne kadar mutluyum bilemezsiniz. Yazımı yayımlamamayı seçmiştim ilk başta, sonra sanki birileri kulağıma 'yayımla' diye fısıldadı. Bu önemsiz yazı size kendinizle buluşmak yolunda bir 'ilk adım' olacaksa ne mutlu bana. Eğer yolculuğunuzu paylaşmak isterseniz, ya da -aslında cevaplarını bildiğiniz- bazı sorular sormak isterseniz, bana yazabilirsiniz. Memnunluk duyarım.
Sevgiler...

Çınar dedi ki...

Çok teşekkürler,sizin kulağınıza 'yayımla' diye fısıldayan ses sonra bana geldi 'oku' diye fısıldadı. Hani çaresiz hissedersiniz, güçsüz, öyle bir dönemde, ne yapacağımı bilemez dolaşırken bloglarda, yazınızı okudum. "Saçmalama ne yapıyorsun bu umutsuzluk ta ne oluyor. Herşey yoluna girecek gör bak". Dedi yazınız bana.
Eğer yine "diğer yarımı" bulmakta umutsuzluğum artarsa yazacağım size...
Tekrar teşekkürler...
Sevgiler...

sufi dedi ki...

Tam oluşturma dönemimizin ortasındayken, çağı aydınlık çağa dönüştürme asli görevini tamamlamak üzere olduğumuzun bilincine varmışken, kendi kendimize yaptığımız zulüm işkence ve yaşattığımız acıların örtüsünü yavaş yavaş sıyırıp kenara atmaya başlamışken, özümüzün özünün cenneti alada ırmaklar ortasında mutlu mesut bir eli yağda bir eli baldaki vizyonuna kavuşmaya bir kulaç mesafemiz kalmışken, tam kanatlarımıza ivme verip şöyle bir silkelediğimizde senden aldığımız bu komutla az bir şey sendeleyip, geri dönüp bakmamız gerekti."Tut tut kanatlarımı gevezem yardım et bana da" demek geldi İçimden ...
Sen ne muhteşem, melekliğine kavuşmuş, melek+şuurlu varlık oluşumunu tamamlamış, ne güzel ÖZsün sen, sevgilerimle.

Geveze Kalem dedi ki...

Sevgili Çınar, Ben teşekkür ederim. Gerçekten çok mutlu oldum.
Sevgiler...

Sevgili Sufi(Acaba sufi=Dilek midir?:))
Yoldayız sevgili Sufi. Her birimiz... Ben bu tanımlarını henüz kaldıramam. O yüzden sadece kendi aynana baktığını söyleyebilirim, hem de gönülden inanarak.
Derin sevgilerimle...